Geçtiğimiz günlerde Münazara Kulübü olarak okulumuz öğretim üyelerinden Fuat Keyman ile bir söyleşi düzenledik. Fuat Hocamız geçen sene de bizi kırmayıp ajandasının bir köşesinden bize zaman ayırmayı başarmıştı, bu sene de yoğun temposuna rağmen bir fırsatta oturup neler olup bitiyor inceleme fırsatı bulabildik kendisiyle birlikte.
Açıkçası son zamanlarda ne kadar büyük bir karışıklık içinde olduğumuzu bilmeme rağmen biraz da öğrencilik hayatının izole olabilme fırsatından faydalanıp ne olup bittiğine kapatmıştım kendimi. İçimden gelmiyordu bakmak, canım sıkılıyordu, artık öyle bir öğrenilmiş çaresizlik içindeydim gündeme karşı. O yüzden kendime kıza kıza gitmiştim bu konferansa, neden başımı devekuşu gibi toprağa soktum diye. Zira şu sıralar keskin gözler ve kulaklarla neler olup bittiğine odaklanmanın en gerekli olduğu zamanlardayız. Bu yazıyı benimle aynı durumu paylaşanlar varsa onların da “gerçek hayata” geri dönmelerine yardımcı olsun diye hazırlamak istedim.
Fuat Hoca ile önce IŞİD’in mevcut durumuna nasıl geldiğinden bahsettik. IŞİD’in bilindiği üzere aslında El-Kaide’ye bağlı ve yıllardır varlığını sürdüren bir kurum olduğunu söyledik. Ama artık IŞİD’in sahip olduğu farklılıklardan biri, bulunduğu coğrafyanın son yıllarda yaşanan devlet çöküntüleri ve iç savaşlar sonucunda bayrak sallamaya çok daha müsait bir alan haline gelmesi. Kaldı ki söylevleriyle dünyanın dört bir yanından farklı yeteneklere sahip yetişmiş insan ve yüksek teknolojik askeri becerilere sahip militanlar da bulunduruyor. Hele de Musul’u ele geçirdikten sonra ekonomik anlamda güç kazanması ve zaten Sünni söylemleriyle destekçi kazanmış olmanın yanısıra halka ekonomik yardımda bulunarak da meşru bir destek kazanması IŞİD’i örgüt-devlet çizgisine kadar taşımış oldu.
Bu askeri akıl sonucunda Kobane’ye kadar dayanan IŞİD’in burayı ele geçirmesi yalnızca Türkiye’nin Kürt nüfusunda ortaya çıkan kızgınlık, insani kıyımla ilgili değil, Kobane’nin jeopolitik konumuyla ilgili. Kobane’ye alarak neredeyse kesintisiz bir devlet sınırı çizebilecek olan IŞİD’in bu noktadan itibaren Halep’e ilerlemesi işten bile olmayacak, bir sonraki aşamada ise Bağdat’ın güvenliği iyice tehlikeye düşecek. Sonra tabir-i caiz mi bilemeyeceğim ama Musul’a Halep’in de zenginliğini katan IŞİD tam anlamıyla coşabilecek gibi görünüyor.
Bu noktada biraz da Türkiye özeline girelim. Bazılarımız çatışmaların neden çıktığını anlamadı bile ki kendi halinde yaşayan biri için gayet doğaldı. Bir gecede bu kadar insan neden öldü, sokağa çıkma yasağını gerektirecek kadar ne olmuştu böyle? Biraz öncesine bakarsak, bu olaylardan önce ortam biraz sütlimandı. Çözüm süreci dolayısıyla yaklaşık iki yıldır ateşkes halinde olan PKK ve Türkiye, özellikle otuz mart sçeimlerinde güney bölgelerden hem AKP hem de HDP oylarının çıkmasyla çözüm sürecinde ilerleme kat etmiş gibi duruyordu. Yapılan ölçümler sonucunda halk da bu durumdan memnun görünüyormuş, Keyman hocamızın verdiği bilgi üzerine. Ama bu sürecin bir çözüme bağlanamaması, tabir-i caizse bunlar bir şekilde çözülür denip salıverilmesi Kobane gibi bir kriz çıktığı anda kıvılcımı tekrar çıkartıverdi. Kobane Kürt halkının kalabalık olduğu, hatta şöyleki şu anda Türkiye sınırının berisinde yaşayan pek çok Kürt insanın amcasının, teyzesinin, yeğenlerinin yaşadığı veyahut da en temelinde, senelerdir bulunduğu ülkeyle kavgalı olan bir etnik grubun milletinin kıyım tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir yer. Kobane’de IŞİD’e karşı direnişe Türkiye’nin askeri destek vermemesi, biraz kibrit görevi görmüş oluyor elbet bu durumda. Şimdilerde Türkiye’nin sakıncalı bulmasına rağmen Amerika’nın havadan bölgeye silah teminatında bulunması, peşmerge koridorunun açılması gibi yöntemlerin konuşulduğu alanda, Türkiye de terör örgütü kabul ettiği PYD ile işbirliği kurmak ve onlara yapılan yardımı göz ardı etmek konusunda agresif davranmayı haklı buluyor gibi gözüküyor. Aslında durumun ne kadar çetrefilli olduğu belli olsa da özünde durum şu, yıllardır PKK’ya karşı mücadele söz konusuyken şimdi PKK’ya destek yağıyor ve yağdırılması isteniyor. Bu defa düşman farklı olsa da Türkiye PKK’nın ex-düşman statüsüne düşüp düşmediğinden emin olamamakta ve bölgeye askeri yardım yapmak konusunda çekimser davranmakta, bana sorarsanız haklı görünüyor.
Ama öte yandan, çözülmeden kalan ve daha kötü senaryolarda Türkiye’ye büyük sorun yaşatabilecek bölgeye belki de Türkiye kendi iyiliği için müdahele etmeyi seçmeli diye düşünenler de var. Sözgelimi şu an Türkiye kaç kişidir dediğimizde 77 miyon derdik, son zamanlarda 79’a çıktık sayılır, yanına altı tane sıfır ekleyince biraz sorun olduğu ortaya çıkıyor durumun. Hele Halep düşerse yaklaşık bir buçuk iki milyon insanın daha Türkiye’ye geleceği korkulan senaryolardan biri. Yalnızca sığınma bölgelerinde değil her yerde insani yardım giderlerinin karşılanamaycak boyutta artması ve ucuz işçi, illegal sağlık müdaheleleri gibi Türk vatandaşını da kızdıracak ve göçmenlere karşı saf tutmaya yol açacak gelişmeler kapıda olacak ne yazık ki.
Peki şimdi ne yapılsın sorusuna benim buradan verecek kişisel bir yanıtım dahi yok ne yazık ki. Ortadoğu ne yazık ki yarabandının hiçbir zaman tutmadığı bir yaraya sahip. Yenisini yapıştırmakla hiçbir şey olmuyor. Yine kökeni kolonyalizme dayanan diye başlayıp hepimizin bildiği şeyleri anlatmayacağım ama şurası bir gerçek ki bu bölgelerde düzenin tutabileceği bir ulusal bütünlük, bir ekonomik sistem, bir birikim yok. Ondan ki Arap Baharı ile başlayan hevesler kursakta kaldı, biz alışık olduğumuz düzenin içinden baktığımızdan dolayı anlamakta zorlanıyoruz belki ama yıllardır süregelen bir kabine geleneğinin, küçük zincirlerin kendi içinde aktığı bir düzenin üstüne IŞİD’i ortadan kaldırsak bile nasıl bir ilaç getirebiliriz bilemiyorum.
Kaldı ki getirmek demek de ne kadar doğru? Söz gelimi Birleşmiş Milletler her şeye yetişecek, en azından her zaman elinden geleni gösterecek mi? Keyman hocamızın söyleşide bize ilettiği bir şey beni çok düşündürdü. Bir toplantıda Birleşmiş Milletler ikinci başkanına, kuruluşun yapmamaktan pişmanlık duyduğu hamleleri sorulduğunda Nijerya’da kaçırılan kızlara ve Suriye’deki kimyasal silah saldırısının üzerine bölgeye müdahele edilmemesi olduğunu söylemiş. Hatta yaz başında yapılan toplantılarda Suriye’den konu açıldığında üzerinde dahi durulmayıp Rusya’nın Ukrayna’yı alıp alamayacağı, Sovyet tehdidi üzerinde konuşulmuş. Bana öyle görünüyor ki bizim yarattığımız toz pembe yardımsever demokratik birlikler aslında kandırmacadan ibaret. Elbette yaptıkları güzel işler var ama bu sorumluluğu üstlenen kuruluşların ya hep ya hiç ile hareket etmemeleri böyle sonuçlara yol açıyor. Bir yerden patlak verdiğinde domino taşı gibi devriliveren bir düzene sahip olan Ortadoğu’yu ne yazık ki orada her gece başını korkuyla yastığa koyanlar dışında kimse yeteri kadar umursamayacak, umursayamayacak. Şimdi Türkiye ne yapacak? IŞİD resmi bir devlet statüsüne erişecek mi? Bölgede IŞİD’e karşı bir numaralı özne haline gelen Kürtlerin Türkiye’deki durumu ne olacak? Ya da hiçbirini umursamayabiliriz belki, öyle ya dünyanın büyük bir bölümü öyle yapıyor, bir gece kafamız estiğinde Kadıköy’e Taksim’e giderken içimizde daha ne kadar korku ve huzursuzluk olacak?
Elimden en iyisini ummak dışında bir şey gelmediğinde haybeye konuşmuş, aptal gibi hissediyorum kendimi. Ama en azından yarın bir gün içine düşeceğimiz durumları önceden görebilmek, belki kabullenmek veya isyan etmek için kendi içimde haklı sebepler yaratabilmek istiyorum. Hepimiz her şey için en hayırlısını dileyelim…
Bengüsu.
No Comments / Yorum Bulunmuyor