Şimdi size anlatacağım ilk canlı yayın deneyimim, ilk kara uçuşum ve uykusuzluktan kapanan gözlerimde cılkı çıkmış lensler gözbebeklerime tecavüz ederken Türkiye’de neden başkanlık sistemi olmamalı tezimi savunuşum ile ilgili.
Geçtiğimiz hafta Sabancı’dan 5 arkadaş(yalnızca benim kız olduğum bir grup) Abbas Güçlü ile Genç Bakış programına tartışmacı katılımcı olarak davet edildik. Nasıl başladı etti derseniz benim için de sürpriz oldu aslında, birkaç hafta önce kulüp koordinasyon merkezinden gelen ‘Abbas Güçlü ile Genç Bakış’ ile alakalı e-postayı görüp okulda tartışma olacağını umarak belirtilen saatte belirtilen salona girdim. Ama bir baktım ki çoğunu tanıdığım bir grup öğrencinin bir bir kendilerini tanıttığı bir minik oda, programdan gelen hanımların da elinde bir iphone kayıt alınıyor. Meğer o gün orada biz kendi aramızda tartışacakmışız, onlar da daha sonra kayıt altına alacakları bu tartışmalara göre programları için konuk öğrenci havuzu oluşturacakmış. Tartışma deyince ben de canıma minnet dedim tabi, daldım ortasına, o gün öyle geçti gitti.
Sonraki hafta ben daha dünyaya gözlerimi açmadan bakanlık görevini tamamlamış, Özal dönemi sağlık bakanı Halil Şıvgın ile ‘Türkiye’de başkanlık sistemi’ni konuşmak üzere davet edildik. Eyvallah, hem konu güzel hem de program çocukluğumda farklı formattayken izlemekten keyif aldığım anlamlı bir program olunca seve seve gitmeyi kabul ettim.
Efendim tartışma günü geldi çattı tabi ben yakın arkadaşlarıma anlatınca olayı tabi abartılı espriler, saç baş muhabbeti, hepsi şaka yollu tabi. Canlı yayın elbette farklı bir şey, Beyaz Şov’da uçlara itilmiş bir seyirci olmak dışında canlı yayın görmüşlüğüm yoktu ama amacı ve kitlesi belli olan program, bir şekilde akar gider geriye de hatırası kalır diyerek gayet kafam rahat bekledim program gecesini.
Gece normalde 10’da gelecek araç bizi 11 buçukta alınca tabi kütüphanede sızıp kalmış kafamla biraz tutuk başladım geceye diyebilirim. Ne yalan söyleyeyim Abbas Bey’in “Siz dizi izliyorsunuz, ondan bu saatlere kalıyor bu programlar” deyişindeki bu saatlerin sabah dört olacağını bilememiştim. Ben yayına gireceğimizi sandığım esnada biz çarşambayı perşembeye FSM üzerinde bağlıyorduk, işimiz işti. İşte ilk kara uçuşu deneyimimi bu saatlerde yaşadım, servis şoförü abi on numara insandı, Tuzla’nın bir köşesinden Bağcılar’a yarım saatten kısa sürede geldik, ben zaten bizim okuldan köprüye on üç dakikada gidince bir boyut değiştirdim, geleceğin uçan araba deneyimini bu yüzyıldan yaşamış oldum, servisten indiğimde kulaklarım hala uçak basıncıyla tıkanmış gibi zonkluyordu.
Neyse efendim, bizim öbür arkadaşların da hepsi bilgili, tartışmayı seven, zeki çocuklardır. Konuşa ede vardık mekana. Binaya çok bir şey düşünerek gelmemiştim ama bu saatte çalışan insanların kapı önünde küme küme sigara içtiğini görünce bu kanal işlerinin gecesi gündüzü olmadığını anlamış oldum, çok dramatize etmeyeceğim durumu ama gecenin birinde hemen girişte bir dizi sıcak yemeğin beklediği bir yemekhane vardı, bir öğünü de gecenin bir yarısı olanlar için, öyle bir dünya.
Kanalda bizi karşıladılar, programın saat ve altyapı itibariyle aşırı butik olmasından gelen bir hava mıydı yoksa sabah yaşlı teyzelerin göbek attığı programlarda da mı böyle oluyor bilmiyorum ama öylesine spontaneydi ki hazırlık aşaması, aklımdaki canlı yayın algısı epey bir şekil aldı bu sayede. Tabi burada kameranın arkasındaki arkadaşları tenzi ederim, onlar benim dahil olmadığım pek çok şeyle boğuşuyordur elbette ama programdan beş dakika önce stüdyoya girdik, yayına geri sayım yapılırken Abbas Bey ve konuğumuz girdi, biraz bire bir konuşmak ve tanımak isterdim orada oturup bir şey tartışacağım insanları ama bu işler böyle oluyor demek deyip geçmek lazım tabi, programın emek verilen bir iş olduğuna itiraz etmeyeceğime göre uzatmaya gerek yok.
Neyse efendim, araları atlayıvermişim, biz geldik, ortalarda takıldık, boş durmayalım diye bir şeyler yedik. Sağ olsunlar bizle sohbet ettiler bekleme aşamasında yapımcı arkadaşlar da. Programa 15 dakika kadar kala makyaja alındık, ben ısrarla az makyaj sürdürerek yaşım 30’lara varmadan masadan kalkabildim, stüdyoya girdiğimde ne yalan söyleyeyim heyecan birden giriverdi kalbime. Ben program yapımcımızın da söylediği üzere profesyonel olmayıp bir şeyler bilen bir öğrenci profili olarak kendime güveniyordum, bilakis bence sokakta sorulduğunda da başkanlık sisteminin ne olduğunu, “geldiğinde diktatörlük olur” veya “Amerika’da var ne güzel bizde de olsun” gibi yorumların alındığı bir ülkede siyasi sorunlara önce basit perspektiften başlayıp bakmadığınız sürece vatandaş siyaseti “big brother”a bırakıp benim kafam basmaz devlet baba ne derse o demeye, kendini hakir görüp önüne sunulan iki haptan rengi güzel olanı seçmeye devam edecek.
Program başladı, Halil Bey konuştu, ‘hayalindeki’ başkanlık sistemini anlattı, tartışma oradan aldı yürüdü. Saatlerce süren konuşmayı anlatacak halim yok tabi burada, kaldı ki zaten beynimin kulaklarımdan sızdığını düşündüğüm belli bir saatten sonrasını zaten hatırlamıyorum. Ama yayın sırasında öyle komik şeyler oldu ki benim içimde, bilmiyorum gülüp ettim mi, ekranda nasıl göründü. Bir yerde ben dalmış uzak yerlere giderken Abbas Bey benim ne düşündüğümü soruverdi. En son yanımda oturan arkadaş birkaç tane isim saymıştı sanki, biri de Emine Ülker Tarhan idi. Oradan ihraç edilen vekiller, parti disiplini, başkanlık sistemi diye bağlamaya çalıştım ama bilmiyorum ne kadar sırıttı. Ben kendi adıma tartışmadan memnun değildim ne yazık ki. Şöyleki her şeyden önce defalarca yinelemeye çalıştığım halde “Türkiye’de başkanlık sistemi” tartışması genel anlamda başkanlık sistemine kaydı bir noktada. Ben ne zaman AKP ile ilgili yorum yapsam kişilere bağlanmakla eleştirildim ama AKP’nin yargıya müdehalesinin başkanlık sistemindeki denge-kontrol için uygun ortam oluşturmadığından söz edince ne hacetse AKP’ye girmiyor mu oluyorduk anlayamadım, hani AKP’ye göre değerlendirmeyecektik sorularım havada bırakıldı ne yazık ki. Hiçbir şekilde yere basan gerçeklere değinmedi Halil Bey, ‘ama bunlar nasıl halledilecek’ dediğimizde cevap ‘yasalar ona göre yapılacak’ idi. Ama kendisine hak veriyorum, kendi döneminde bu ülkeyi yöneten insan tarafından sözü dinlenen biri olarak fazla iyi niyetli düşünüyordu belki de, mevcut hükümetin kontrolcü yapısının yalnız ve yalnız bu ülkenin selameti ve adaleti için kullanılacağına emindiyse de bize açıklama girişiminde bulunmadı nedenlerini.
Öte yandan kayıp giden konuşmalarda komik anlar da yaşanmadı değil. Atmaca arkadaşlarımın arasından sözü biraz kopartarak almak durumunda kaldım ama yapacak bir şey yok, onlar benden çok biliyor, bende de yorgunluk bastırıyorken sanki duruma çok da itiraz etmedim. Bir daha televizyonla ilgili bir şey yaparsam 24 saat uyuyup öyle gideceğim. Öte yandan günün en trajikomik noktası “olur olmaz” konular meselesiydi. Halil Bey “üniversite öğrencilerinin siyaset tartışmaları gerektiğini” söyledi, üniversite öğrencisi olarak biz de kısıtlandığımızı ve hükümetten korktuğumuzu söylediğimizde ise “olur olmaz konular konuşmamamız gerektiğini” belirterek biraz sürç-ü lisan etti. Aslında orada kast ettiğinin tam da anlaşılan şey olmadığına inanıyorum ben kalben ama aslında en önemli tartışma konusuna orada değinmiş olduk bir yerde. Kendi zihin yayınımıza kadar vuran basın özgürlüğüne… Gerçekten bu ülkede cesur olmak zor, dolayısıyla düşünmek de zor, e dolayısıyla düşündürücü bir programı morfin etkisi yaratan televizyon dizilerinin önüne koymak da…
“-Doğruluk mu, cesaret mi?
-Cesaret
-Git başbakana hırsız de.
-…başka bir şey yapsam?”
Bengüsu Özcan
No Comments / Yorum Bulunmuyor