Türkiye İnovasyon Haftası Part 1
İnsanları Snapchat story bombardımanı sayesinde kendimden soğuttuğum, iyi ki gitmişim dediğim, epey de düşünceli bir halde ayrıldığım İnovasyon Haftası notlarımı aktaracağım efenim bu yazıda.
Türkiye İnovasyon Haftası; Türkiye İhracatçılar Meclisi ve Ekonomi Bakanlığı işbirliği ile bu yıl beşincisi düzenlenen, inovatif fikirler ve genelde teknoloji alanında öncü kimselerin konferansları ve panelleriyle dolu dolu geçen 3 günlük güzel bir program. Ben bu 3 günün 3’üne de katılamayacağım için gerçekten yürekten takdir ettiğim, köyünde tiyatro kuran koca yürekli kadın Ümmiye Koçak ve son zamanlarda kafayı bozduğum hyperloop teknolojisini gerçekleştirmeye çalışan Hyperloop Transporation Technologies CEO’su Dirk Ahlborn’un konuşma yapacağı cuma gününü seçtim. Katılımı ücretsiz olan bu etkinliğin diğer günlerinde hangi değerli konuşmacıların olduğunu görüp bir dahakine gitmeye tav olmak isterseniz işte linki burada:
https://www.turkiyeinovasyonhaftasi.com/
Sabah erkenden mesai saati telaşıyla yola çıkan İstanbullulara karışıp soluğu İstanbul Kongre Merkezi’nde aldım.
Kayıt bölümü ve etkinliğin fuaye alanı oldukça sakindi. Herhalde erken olduğundan deyip insanların bu tarz etkinliklere ilgi göstermiyor olacağı gerçeğini zihnimde öteledim. Başlangıç konuşması anonsu yapıldığında ilk kez gittiğim devasa kongre salonunda kendime güzel bir yer seçip beklemeye başladım. Salonun görece boş oluşu, etkinliğin gecikeceği sinyalini veriyordu. Nitekim etkinlik söylenenden tam 1 saat geç başladı. İlk konuşmacı Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’tı (Tayyip’in damadı olan) Etkinliğin neden geciktiğine şaşmamak gerek deyip, ilk kez canlısını gördüğüm bakanın konuşmasını dinlemeye başladım. İlk başta epey trolledim tabi, Snapchat filtresiyle sesini falan değiştirdim, bu kadar genç yaşta bakan olabilmesinin ardındaki üstün yeteneklerini içimden kutladım falan.
Ama Sezar’ın hakkı Sezar’a, adam bir saat boyunca hiçbir yazıya bakmadan nedenli sonuçlu, kesintisiz ve güçlü bir konuşma yaptı. Bunlar ailecek hitabet dersi falan alıyor herhalde, hani damat olmasa genlerinde mi var diyeceğim. Tabi konuşmada yer yer darbeye dokundurmalar, efendim kendimizi ve tanrıyı tanıdığımız sürece sırtımız yere gelmezler uçuşmadı değil. Bunun dışında yerli üretimi teşvik edecek yeni bir paketi açıkladı, bir de yeni nesil gençleri bekleyen en büyük tehdidin çok çalışmadan, çok bilgi sahibi olmadan başarılı olma hevesi olduğunu söyledi. Bu tespitinde kendisine katılmak beni şaşırttı, öte yandan yer yer kimliğini belli etme hevesleriyle Osmanlıca kelimeler, yer yer de eski plaza günlerinden kalma “check etmek” ler “feasible” lar havada uçuştu. Dinlerken eğlendim desem yalan olmaz.
Eğlencenin kesildiği nokta bu konuşmanın sonuna denk geliyor. Her ne hikmetse bakan ve silahşörleri diğer tüm normal konuklar gibi aşağıdaki çıkış kapıları yerine konukların arasındaki merdivenleri tırmana tırmana salon girişinden dışarı çıkmayı tercih etti. Bir yaygaradır koptu salonda. Bakandan hemen sonra, zaten sarkmış program yüzünden konuşmasını geç yapan Oren Simanian’a büyük bir saygısızlıkla salondaki herkes bakanla fotoğraf çektirmek için üzerine hücum etti. Yanımdaki kadın “ehe acaba ehe ben geçsem ehe benim fotomu ehe bakanla çeker misiniz ehe” dedi. Suratına bir tane yapıştırma isteğimi tutarak ama bu şiddetli sinirimi gayet belli ederek “Hayır hanımefendi konferansı dinlemeye çalışıyorum.” dedim. Silahşörlerin arasından bir tanesi çıktı da “konuşmacıya ayıp oluyor” diye bakanı tuttu sürükledi kapıya sonunda. Arkasından onlarca gazeteci, bir o kadar da dinleyici çıktı. Sizin ************ dedim içimden. Buraya ne değerli konuşmacılar gelecek, azıcık onları haber yapsanız da şu milletin körelmiş beyin hücreleri çalışsa dedim. Dedim ama havaya dedim tabi, lanet olsun.
Oren Simanian, Tel Aviv’de girişimci mentörlüğü de yapan, bu alanda epey bilgili ve çok sevecen biriydi. Her şeyden önce Tel Aviv Amerika’dan sonra dünyanın en büyük girişim merkeziymiş efenim, hiç bilmiyorduk. Türkiye’ye yakınlığı ile ne kadar büyük fırsat tekşkil ettiğini, küçücük İsrail’in aslında bir baz olup marketin tüm dünya olarak hedeflendiğini, Türk girişimcilerin de bu yolu benimsemesini tavsiye etti. Seyircilerden bir girişimciyi sahneye davet edip bir dakika içinde ürününü anlattırdı, e-postasını verdirdi. “Şans,” dedi; “şansın payını da yadsıyamazsınız” 🙂 Öte yandan gerçekten yürekten katıldığım, son zamanlardaki beyin göçüyle bilmem ne kadar gerçekleştirebileceğimiz bir koşulun da altını çizdi : “İsrail’in bu girişim ekosisteminin arkasında sağlam akademik birikimi ve akademik araştırmaya verdiği önem yatıyor.”
Bu konuşmacıdan sonra efenim sıra geldi beklenen ana. Sunuc,u inovasyonda kadın eli tadında bir panel için konukları sahneye çağırınca o canlı canlı kırmızı yöresel kıyafetleriyle Ümmiye Koçak belirdi sahnede. O kadar şen, o kadar enerjikti ki! Paneldeki diğer konuklar model Tülin Şahin, tasarımcı Pınar Demirdağ ve OMV Petrol Ofisi CEO’su Gülsüm Azeri idi.
Pınar Demirdağ, an itibariyle ismi Pınar&Viola olan, Paris’te bir arkadaşıyla kurdukları tasarım atölyesinin sahibi. IKEA gibi büyük firmalara da tasarımlar yapan Pınar Demirdağ, net bir özgeçmiş bulamasam da sanırım ailesinin yönlendirmesiyle endüstriyel tasarım veya endüstri mühendisliği gib bir şey okumuş, sonra kendi yolunu takip edip böyle başarılı bir tasarımcı olmuş. İşini gerçekten severek yaptığı belli olan bu canayakın genç kadının bana çok dokunan bir tarafı vardı. Son zamanlarda bu yazma çizmeişlerini profesyonel bir kariyerle birlikte götürmek bana çok imkansız gelmeye başladı, ikisinin de istediğim kadar iyi gitmeyeceği endişesi vardı bende. Hala var. Bunun biraz da herhangi birini bırakmak istediğimi kendime itiraf edemiyor oluşumdan kaynaklanabileceğini düşünmek beni ürpertiyordu. Pınar Demirdağ hikayesini anlatırken dedi ki : “Benim için en büyük başarı, kendim olmak, benim için biçilen tüm başarı platformlarından sıyrılıp kendim olabilmek.” Ben de aslında bu soruyu kendime soruyor olduğumu fark ettim, acaba gerçekten alışmış olduğum, toplumun bana öğrettiği başarı platformlarına mı koşuyordum ben de? Gün geldiğinde mutsuz olacak, kendi yolumu seçmediğim için pişman mı olacaktım? Bir insanın bundan sıyrılması o kadar zor ki; bir nevi kendi kendinize dürüst olmayı başarmak gibi bir şey aslında bu.
Neyse, geçelim öbür konuşmacılara. Gülsüm Azeri, küçük bir kasabada eğitime çok önem veren bir ailede doğmuş, küçük yaştan ailesi onu yabancı liselere okumaya göndermiş. Sonra burada ayrıntısına girmeyeceğim çok başarılı bir iş hayatı olmuş. Gülsüm Azeri elbette özünde iyi bir insandır; ama açıkçası konuşması boyunca beni heyecanlandıran çok bir şey yoktu. Hatta tam aksine yanındaki türünün tek örneği Ümmiye Hanım, Tülin Şahin ve Pınar Demirdağ’a kıyasla maalesef sıkıcı ve tutkudan uzak geldi hikayesi bana. (Profesyonel bir kariyeri sorguluyorum vol.2) Bir insan kendi başarısını söylemekten kaçınmamalı; ama Gülsüm Azeri’nin “ben … yaptım, ben … başkanım, ben …. gittim” gibi sözleri neden bilmiyorum ama kulağımı çok tırmaladı. Belki ben gıcık oldum, belki gerçekten aşırıya kaçtı.
Tülin Şahin, normalde benim çok sevmediğim bir figürdü. Öyle klasik, bazı ünlü kimselerde şeytan tüyü bulmayan dünyalı sendromuydu yani bendeki. Bir kere kendisinin bu kadar uluslarası çalışan; büyük firmaların aranan yüzü, Türkiye’nin de temsilcisi olduğunu bilmiyordum. Dahası, öyle bıcır bıcır, öyle mütevazıydı ki gerçekten hayran olmamak elde değil. Yaşadığı yeri İstanbul seçerek nasıl büyük markaları çekim yapmak için İstanbul’a davet ettiğini, yurtdışına giderken de daima yerli tasarımcıların kıyafetlerini tercih ettiğini anlattı. Bir de gerçekten, çok güzel ablaymış Sivaslı Cindy. Tülin Şahin’e benden kocaman kalp.
Gelelim gönüllerin efendisine. Çoğunuz biliyorsunuzdur ama Ümmiye Koçak, kendi köyünde bir tiyatro topluluğu kuran, kendi yazdığı bir oyunu köylüleriyle birlikte sahneye koyan, dahası kendisine gelen desteklerle bir de film çekerek bu film ile New York’tan ödül alan örnek insan. Bize hikayesini anlattı önce Ümmiye Hanım. Nasıl tesadüfen okula gönderildiğini, nasıl tesadüfen Maksim Gorki’nin Ana kitabını bulup okuduğunu, nasıl ilk kez köy okuluna gelen tiyatroyu izlediğini ve köylü kadınların yanına gidip “onca emeklerinize rağmen kimse size bir teşekkür etmiyor, gelin ben yazayım siz oynayın” diyerek köylü kadınların sorunlarını tiyatroya yansıttığını anlattı. Öyle güzel, öyle kendinden emin konuşuyordu ki anlatamam. Yer yer, minik minik; acaba bu kadın rol mü yapıyor diye düşünmedim değil. Hayır o güzel cümleler, o güzel benzetmeler… Bu küçük ihtimal aslında bu koca yürekli kadının başarısının ne kadar özgün bir hikayesi olduğunun kanıtı aslında. Ümmiye Koçak’ın konuşmasının devamını “Viva La Ümmiye” isimli postumda yazacağım. Çook yakında.
Günün geri kalanında heyecanla beklediğim isim Dirk Ahlborn idi aslında. Ama iyi ki yerimden kıpırdamamışım da değerini bilemediğim konuşmacı Samsung Global Vice President Pranav Mistry’yi de dinleyebilmişim. Hindistan’da doğmuş, dünyaya açılmış bu deha; MIT gibi bir düşünce tankında pişerek gerçekten her biri birbirinden efsanevi teknolojik gelişmeler üzerinde çalışmış. Ama neler yoktu gösterdiği videolarda. Ses frekanslarıyla programlanabilen parçalardan sıradan bir kağıt parçasında film izlemenizi sağlayan teknolojilere kadar… Şimdi düşündüm de; gerçekten izledikten sonra “abi bu adam bulunacak her şeyi bulmuş zaten, bize artık eyvallah” diyesi geliyordu insanın 😀 Daha da güzeli, son derece mütevazı olan Mistry, son dönemdeki pek çok ilham veren bilim adamının yaptığı gibi işlerini open source hale getirmiş, yani kendi bulduğu kodları vs açık olarak internette herkesle paylaşıyor. Bunu neden yaptığı ve işlerinin taklit edilmesinden endişe duyup duymadığını şu anektodla anlatıyor : “ Az önce videosunu gösterdiğim projektörü hatırlıyorsunuz, kodları bir görüntüye çeviriyordu. Bir gün Brezilya’dan bir e-mail aldım. Bir genç, dilsiz bir arkadaşı için aynı programdaki projektörü bir hoparlörle değiştirmiş, kod sayesinde konuşulan şeyleri işaret alfabesini dönüştürmeyi başarmış. O an gözlerim doldu, ağlayacaktım.” O an ben bile ağlayacaktım, ne büyük onurdur yaptığı işlerle insanlara böyle ilham kaynağı olmak… Bir başka ilginç soru da Hindistan’da neden bu kadar çok inovatif beynin yetiştiği yönündeydi. Hindistan’ın güvenlik sorunlarını yenmek için çok güç de olsa bir dijital kimlik (digital ID) sistemi geliştirmesinin dünyadaki bilim adamlarını şaşırtmasından örnek veren Mistry : “Her milletin kendine has, inovasyona ihtiyaç duyduğu bir dönem vardır. Biz inovasyona çok ihtiyaç duyuyorduk, o yüzden kendimizi geliştirdik. Burada etkinlikte gönüllü bir sürü öğrenciyle konuşma fırsatı yakaladım. Hepsinde de aynı potansiyeli görüyorum.” dedi. Çok haklıydı Mistry. Ben bunu maalesef şöyle çevirdim, bizim aklımız her şeyi kısa yoldan halletmeye, yarabbi şükür demeye öyle meyilli ki; Türk’ün aslında övünüp çalışıp güvenecek hali kalmamış; gün geçtikçe de kalmıyor.
Evet efendim, buraya kadar bile keyifliydi değil mi? Yazının ikinci yarısında da sosyal girişimlerle inovasyon başaran, çok ilginç işlere imza atan, hatta muhtemelen bir parçası olmak için can atacağınız projeleri anlatacağım size. Sonra ad Dirk Ahlborn’un konferansından bahsedeceğim kısaca. Bir süredir üzerinde çalıştığım “Hyperloop Necidir, Kimlerdendir?” yazısı da arayı çok soğutmadan gelecek, o zaman kadar siz merak etmeye devam edin 🙂
Sevgiler
Bengüsu
Podcast: Play in new window | Download
No Comments / Yorum Bulunmuyor