Tatilim başlar başlamaz, vedalaşmaları birkaç güne sıkıştırıp kuzenim LYS’ye girmeden önce ona söz verdiğim üzere yanıbaşına, Denizli’ye gittim. Ankara metrosunu kanalizasyon hattına çeviren yağmurlu ve fırtınalı hava, bir bavul dolusu atletle, şortla ve sıcaktan bayılma korkusuyla geldiğim Denizli’de bana güzel bir karşılama hazırlamıştı bile. Hele bir de telefonsuz, medeniyetten uzakta dağın başında bir müstakil evde olunca…Birkaç gündür tam anlamıyla hangi tembelliğe başvursam diye dolandım evin içinde.
Tabi bu kadar işsizlik müstahak değil bana, uzun süredir New York’a buradan para transferi yapmakla uğraşıp her seferinde saçma sapan engellerle karşılaştım, uzun hikaye. Ben de en sonunda bir gün kuzenimle çalıştığı hastaneye gidip –sınava giren kuzenimin babasının da kuzenim olması daha uzun hikaye- bankadan bire bir halletmeye karar verdim. İnanın çok hengameli bir gündü ama devamında yüzümü güldürenler ilk saatleri epey unutturdu diyebilirim.
Henüz işlemleri tamamlayamamışken kuzenimle öğle yemeği yemeye gittik. Beni Pamukkale Üniversitesi gençliğin yemek yemek için takıldığı yerlerde küçük, şirin bir ev yemeği lokantasına götürdü. Sahibi tanıdıkmış, kuzenimi de çok severmiş, beni onunla tanıştırmak istedi. Mekan oldukça mütevazı ve temizdi; hele de sahibi Sevgi Teyze… Yemeklerinin nefis olduğunu söylememe gerek yok zaten, hemen geldi yanımıza oturdu. Dünya tatlısı, güler yüzlü bir teyze. Konuştukça sohbet ettikçe bir de ne öğreneyim ? Eşi ve o emekli öğretmenlermiş, sonradan burayı açıp beraber işletmeye başlamışlar. O an benim de “ileride küçük bir kafe açacağım…” diye hayal kurmalarım geldi aklıma. Ne yalan söyleyeyeim, çok özendim onlara. Avrupa’da bilmem kaç yaşında emekli olurlarmış hatta ölene kadar çalışırlarmış derler ya hani, ben kesin inanıyorum ona. Bir yandan ununu elemiş, eleğini asmış, kendi işinin başında huzurlu huzurlu oturmak; bir yandan da hala hayat koşturmacasından uzak kalmadan bir moral, bir motivasyon kaynağı sağlamak… Beni kendine hayran bırakan dünya tatlısı Sevgi Teyze’nin bir fotoğrafını çekseydim keşke diyorum gerçekten.
Tekrar hastaneye döndük, ben işimi epey kolaylamıştım, içim rahattı artık. Zaten Sevgi Teyze’den de almıştım pozitifleri. Eve dönmek üzere hastaneden ayrılacaktım ki kuzenim bana sürpriz bir hastasından bahsetti. Yıllardır hastane duvarlarında “şşşt” yapan, belki sizin karşınıza çıkmasa da hastanelerle epey haşır neşir biri olarak benim aklıma kazınan “resimdeki hemşire teyze”nin yani Dilek Tunca’nın birazdan yanına geleceğini söyledi. Dilek Hanım vakti zamanında bir modellik ajansına kayıtlıymış, kimi zaman korkutan kimi zaman nazikçe uyaran fotoğrafı yıllarca Türkiye’nin dört bir yanındaki hastanelerde hemşire teyze olarak kullanılmış. Kendisiyle tanışmak beni çok heyecanlandırdı, dedim ya, o benim çocukluğumun unutulmaz bir parçası olmuştu bile. Bodrum’da yaşıyormuş, bir sağlık problemi nedeniyle Denizli’ye gelmiş. Öylesine cıvıl cıvıl, öylesine sıcakkanlıydı ki nasıl koyu bir sohbete dalıverdik bir anda anlamadım. Hem eskilerden bahsetti, hem bana tavsiyeler verdi, oradan buradan öyle keyifli bir sohbete dalıvermişiz ki kuzenim zamanının kalmadığını ve bir an önce hastasıyla baş başa kalmak istediğini söylediğinde fotoğraf dahi çektiremeden çıkıverdim yanlarından.
Yıllar sonrasını kurup durdum o gün kafamda defalarca. Kim bilir neler olacak daha önümde, ama ben de bir gün bu iki harika kadın kadar mutlu ve kendimden emin olabilecek miyim merak ediyorum. Hem Sevgi Teyze’de hem de Dilek Hanım’da gördüğüm huzurlu, güçlü, sevgi dolu bakışlara sahip olabilecek miyim? Sevgi Teyze ve Dilek Hanım, iki farklı geçmişten, iki farklı hayat tarzından bugüne gelmiş; ve geçmişteki yıllar nasıl olursa olsun gülümseyerek devam edebilecek sebepler yaratmayı başarmışlar kendilerine. Anladım ki hayatımı inşa ettiğim dünya büyük ya da küçük olsun, yıllar sonra bir gün geriye döndüğümde geçip gidenlere nasıl baktığımla ilgili olacak her şey, ya da ilerideki günler için nasıl umutlar beslediğimle. Neyin peşinde olduğumla, ona ne kadar yakın olduğumla ilgili de değil, sadece bir şeylerin peşinde koşmak için inanç ve heyecanımın olup olmadığıyla. “Umarım ben de bir gün…” diye başlayan cümleler; bizi mutlu edecek şeyleri beklemekle değil, mutlu olunacak şeyleri fark etmekle anlam kazanacak gibi görünüyor. Ben de bir gün geçip giden senelerimi sevgiyle kucaklayan biri olmayı becerebilirsem ne mutlu bana, öyle değil mi?
Bengüsu
No Comments / Yorum Bulunmuyor