İstanbul üzerine yazılmış ne kadar şiir, şarkı, kitap düşünürsem düşüneyim hep bir çelişki hissediyorum dilimin ucunda. Güzel ama kaotik, zengin ama horgörülmüş, genç ama yaşlı bir şehir İstanbul. Böyle olunca hal, hep bir ikinci şans veresi geliyor belki de insanın bu şehre. Nefret etse de onu tekrar sevmeyi, terk etse de ona geri dönmeyi öğreniyor.
Geçenlerde uzun zaman sonra ilk kez bir fotoğraf konferansına katıldım, çeşitli kişisel mülahazalarım sonucu ara vereceğim diye karar aldığım fotoğrafa geri dönme arzusu hissettim. Bu geri dönüş mü çağrışım yaptı yoksa zaten fazla alternatif mi yoktu aklıma gelen bilmiyorum ama küresel ısınan İstanbul’un güneşli bir haftasonunda kalkıp Sirkeci’ye, Büyük Valide Han’a gittim.
“Sirkeci, Sirkeci olalı zaten böyle kalabalıksa vay haline!” dedim içimden. Valide Han’ı bulmak için tramvaydan çıkınca hiç bilmediğim çarşılardan, hiç girmediğim dar sokaklardan geçmem gerekti. Envayi çeşit çeyizciyi, dönerciyi arkada bırakıp sağlı sollu eski hanların arasında yokuş yukarı tırmanmaya başladım. Benim için Fatih, öyle her çeşit değil tek çeşit insana rastlayabileceğim bir yerdir. Fotoğraf çekmeye çıktığımda, normalde ne kadar özgür sanat diye bağırıyorsam bir o kadar pısırıklaşırım bir yurdum insanı ile polemiğe girmekten. Bu defa o gerginliğim vuku bulmadı. Zira tenha sokağında da kalabalık çarşısında da giyimi kuşamı her türden insan görmek beni rahatlattı, haklılığına inandığım önyargımı biraz kırıp kendimi sudan çıkmış balık gibi hissetmedim.
Han’ın girişinin haritadaki yer olduğuna inanmak biraz güç, zira taş kement girişin üstüne oyulmuş harflerle yazılı “Büyük Valide Han” uzaktan hiç dikkat çekmiyor, hanın içi ise kuş uçmaz kervan geçmez bir havada. Sokağı bir iki tavaf edip bir dükkan sahibinden de teyit alınca hanın kapısından girdim.
Büyük Valide Han 17. Yy’da Kösem Sultan tarafından yaptırılmış. Eskiden sadece atölyeler değil konaklama için kervansaray bile varmış bu handa. Tabi ekonominin çarkı değişince buranın trafiği zamanla solmuş. Yakın zamanda ise kubbesinde enfes bir İstanbul manzarası olduğu için fotoğraf noktası olarak ünlenmişti, ben de gitmeden öğrendiğim üzere eski hanın çatısına çok sayıda insanın çıkmasından mütevellit bir onarım ve restorasyona gidilmiş. O yüzden şu ana kadar o çatıda hoplamalı fotoğraf çekinen çekindi, çekinmeyen de restorasyonu bekleyecek.
İyi ki tepesine çıkış yasaklanmış da buraları keşfettim dediğim gezime, civardaki bir iki insanın yönlendirdiği kementlerden başladım. Han, yapısını kuşbakışı incelemeden anlayamayacağınız şekilde bir avluyu çevreliyor. Avlunun içi; terk edilmiş kasabalar kadar tenha, küçük ahşap evlerle dolu. Benim gibi kamerasıyla içeri giren bir iki kişiden ayrılmak isteyip taş merdivenle karanlık han koridoruna çıktım.
Her ne kada turistik olarak değeri artsa da inanılmaz bir terk edilmişlik var hanın her yerinde. Sağda solda külüstür sandalyeler, naylon poşetler, yere düşmüş trafolar… Bu kadar keşmekeşin arkasındaysa renkli ahşap kapıların, işlemeleri, pencerelerin ardında yükselen Orhan Gencebay sesleriyle iş yapan cam ustaları, masasına eğilmiş oymacılar çıkınca karşıma biraz bocalayıp kendimi bir gizemi aralamak için yola düşülen macera filmlerinde gibi hissettim Bir yandan batmakta olan güneş pencerelerden koridora nefis hüzmeler gönderiyor, bir taratan o hüzmelerin altında kalan koridor boyu işleyen bir iki dükkanda ustaların çekiçlerinin sesi kulağınıza vuruyor. “Tam da İstanbul’a yaraşır bir yer işte bura! “dedim kendi kendime. Yer yer terk edilmiş ama elden ayaktan düşmemiş!
Biraz daha ilerlerken bir erkek sesi duyuyorum koridorun ucundan:”Çatı kapalı ama manzaraya bakacaksanız balkonumuzdan bakabilirsiniz!” Küçücük bir odada şöminenin etrafına üç koltuk, el kadar balkona da bir sandalye atıp çay ocağına devşirilmiş küçük dükkana girdim. Genç adam tezcanlılıkla balkona çıkardı beni, sonra kendi arkadaşıyla gürültüleri gelmesin diye kapıyı usulca kapattı. Birkaç insanın daha geldiğini duydum manzaraya dalmışken, genç adam usulca balkona çıkıp ‘abla siz sandalyeye oturun yerinizi kaptırmayın’ dedi. Bir çay istedimben de gülümseyerek. Sahiden balkona şöyle bir girip gerisingeri çıktı ekip beni köşeye kurulmuş bulunca. Ben de çayımı içerek kaldığım yerden manzaraya dalmaya devam ettim.
Valide Han’ın manzarası, İstanbullunun İstanbul’u nasıl yaşadığının en güzel portrelerinden biri. Manzaranın neredeyse tamamı plansız, yeşilliğe hasret, eski evlerle bezenmiş tarihi yarımadayı; bir bölümü trafikle kesilmiş Haliç’i ve birkaç büyük camiyi, ucundan kıyısından küçücük bir bölümü ise vapurların kuğu gibi salındığı Boğaz Köprüsü’nü gösteriyor. Hayatının çoğunu trafiğin, betonun, pahalılığın, stresin arasında geçirip yine de arada bir Boğaz manzarasında nefes alınca şehrin huysuz ve tatlı kadın olduğuna karar verdiğimiz döngüyü daha iyi hangi manzara anlatabilirdi, bilmiyorum.
Büyük Valide Han’ın restorasyonu ne zaman bitecek, benim konuştuğum üç beş dükkan sahibi bilmiyor. Yine de bence bu tenha haliyle keşfetmesi çok daha cazip bir yer. Güneşli günler tekrar gelirse, geçici süreliğine ateşkes imzaladığım Eski İstanbul’a yeni turlar için tavsiyelerinizi beklerim.
Sevgiler,
Bengüsu
No Comments / Yorum Bulunmuyor