Merhaba Herkese!
Bu şehrin benim bile enerjimi emeceğini tahmin edemezdim sanırım. Ama ayaklarım yorgunluktan, gözlerim de uykusuzluktan can çekişse bile yaşadıklarımı ölümsüzleştirmem şart diye düşünüp ikinci partı kaleme alabildim sonunda. Her zamanki gibi canlı ve daha az canlı iki farklı bölüm var, bilgi edinmenin dışında benim gözümden bir sohbetle dinlemek isterseniz yeni maceralarımı, birinci bölümden başlayın efenim.
BÖLÜM 1
Öncelikle bu şehre düz turist olarak değil de öğrenci olarak gelmek ilerleyen günleri sıkıcı olmaktan kurtarır diye düşünen aklımı buradan tebrik ediyorum. Zira arkadaşlar güzel, dersler eğlenceli, ders saati de ziyadesiyle az olmasına rağmen geriye nefes almak için çok az zaman ve enerji kalıyormuş gibi geldi bana. Ama belki de öbür türlü sıkılırdım, kim bilir.
Yavaş yavaş New Yorker olduk canım gibi atıp tutmalar yapmayacağım ama az çok çakmaya başladım bu şehrin dilinden ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu şehir gerçekten acaip tatlı dilli. Sokaklarında her saat cesurca gezebileceğiniz, bin bir türlü insanı keşfedebileceğiniz, birinci sınıf müzik ve çılgınlıklarla dolu bir yer burası ( evet, tehlikeli falan diyorlar ama oralar nerede bilmiyorum açıkçası, gezip gördüğüm her köşe 24 saat yaşam kaynıyor )
New York müze gezilecek şehir mi diyordum ama öyleymiş. Gerçekten modern sanattan tarih öncesine kadar çok zengin ve harika düzenlenmiş müzeleri var. Gezilerimizi genelde belli bir bölgede bir ya da en fazla küçük iki müze şeklinde ayarlayıp sokakları dolaşarak, yemekler keşfederek yapıyoruz. Ama bizde zaman bol olduğu için tabi, bu geziyi bir haftaya sıkıştırmak gerekse o kadar güzellik arasından nasıl seçilir bilemiyorum. Belki o yüzden “mutlaka ama kesin” gidilmesi gerektiğini düşündüklerime vurgu ekler veya yazıların bitimine kısa tur rotaları eklerim.
Öte yandan, bu şehrin bir cilvesi isteseniz de istemeseniz de yürümek zorunda kalmanız. Geldiğim ilk günden beri dışarıda yememe ( salatayla beslenmediğim dip notunu düşmek isterim ) her gün farklı bir abur cubur, tatlı ve özellikle soğuk kahve peşinde olmama rağmen o kadar çok yürüyorum ki sanırım kilo dahi verdim. Yani tatilden yiyip yiyip kilo alarak dönme olayını burada emin olun yaşamazsınız.
Keşfetmeye devam ediyorum hala ve fark ettim ki planlı bir şekilde değil salaş bir geziyle sırlarına daha kolay ulaşıyorsunuz bu şehrin. Bazen metrolar arasında, dinlediğim en güzel performanslara şahit oluyrom ya da sıkışık iki sokak arasınad birbirinden ucuz ve güzel ayakkabılara; açlıktan öldüğüm bir anda girdiğim cafe unutulmayacak tatlar sunabiliyor ya da her gün yürüdüğüm caddede her defasında farklı bir yer fark ediyorum. Özellikle NYU’da aldığım seçmeli video-fotoğraf dersi gördüğüm anlara nasıl renk katabileceğim konusunda bana çok güzel fikirler verdiği için her andan fotoğraflar, videolar yaratıyorum kafamda.
Buraya gelmeden önce her saniye deli dolu gezerim sanıyordum ama bu şehir ve sağı solu belli olmayan hava gerçekten insanı bazen yorabiliyor. Bazı akşamlar oturup How I Met Your Mother izleyerek geçirdiğim saatler olduğu doğrudur (Bunda 21 yaş altı olmamın ne yazık ki büyük etkisi var) Öte yandan geze geze zaten fark ettim ki belli bir süreden uzun tatiller, insan arada kendine zaman tanımadan geçmiyor, geçemiyor…Bazen gerçekten ne yapacağına karar veremiyor insan, kapının ardında dünyanın en güzel şehirlerinden biri, öylece keşfedilmeyi bekliyor. Ama arada bir mağaraya saklanıp güç toplamak, ya da aşağı inip bir kahve, bir donut (burada gerçekten son sınıf bir yiyecek olduğunun altını çizmeliyim ama Oreo’lusu harika. ) alıp kalabalık ve korna sesleri arasınadn yukarı çıkıp sakin sakin oturmak ve camdan dışarı bakmak da ayrı bir haz gerçekten.
Bir de bu sene ne hikmettir bilmiyorum ama yazın ortasında New York şakır şakır yağmura teslim oldu bir haftadır. Bu şehri yağmurda da görmek lazım, koşuşturan insanlar, şemsiyeler, uzun binaları gölgeleyen su perdesi… En sevdiğim sahne de Övgü ile 5th Avenue’de yani New York’un Bağdat’ı, Bebek’i yerine geçen sosyetik mekanında gerçekleşti. Biz normal insanlar olarak paspal paspal ilerlerken önünden geçtiğimiz oteller dizisinde her kapıda şık şıkıdım insanlar, tepelerine şemsiye tutan biriyle, şoförlerinin açtığı kapıya koştura koştura ilerlemeye çalışıyordu. İşte o an tam anlamıyla birer Gossip Girl figüranı olmuştuk. Ama tabi onların hayatlarındaki “zorlukları” da göz önüne alınca, Allah figüranlıktan ayırmasın demek lazım 😀
Pekala… Yavaş yavaş ne yaptım ne ettim onları anlatmak istiyorum galiba. O yüzden ikinci parta geçerek biraz daha mekan odaklı devam edeceğim.Yalnız bu bölümde bahsetmeden geçmek istemediğim özel mekanlar bile edindim, o yüzden bir tanesine kıyak geçmezsem içim rahat etmez. Aklıma ilk gelen kuşkusuz Washington Square Park… Büyüklük açısından Bebek Parkı’ndan biraz büyük belki, Central Park gibi devasa bir yeşil kasaba dururken elbette doğa harikası sayılmaz. Ama gecesi, gündüzü ayrı güzel. Her zaman güzel müzik, her zaman güzel insanlar, kalabalığın içinde farklı, gizli, mistik bir hava…Elbette yaşadığım yere yürüyerek on beş dakika olması da oraya çok sık gitmemin bir nedeni 😀 Ama öyle değil midir zaten, bizim için özel olan bizde biraz da yer etmiş, biraz da yaşanmışlık kokan yerlerdir. Girişindeki devasa mermer kapı gece öyle görkemli oluyor ki… Gerçekten sadeliği ve samimiliğiyle gönlümü kazanan bir yer burası.
BÖLÜM 2
ETKİNLİKLER
New York’a boşuna dünyanın en harika şehirlerinden biri dememişler, yapacak o kadar çok şey var ki insanın aklı almıyor. Gelmeden önce kendinize bir “to do list” yaparsınız muhtemelen ama insan burada da pek çok şey keşfediyor, takvim epey değişiyor.
-Dünyaca ünlü New York Philarmonic orkestrası her temmuz ayında Central Park’ta iki tane ücretsiz konser veriyor. Piknik örtünüzde yayılıp atıştırırken kendinizi müziğin kollarına bırakmanın tadına bakmalısınız. August Rush’ı izleyenlerin hatırasında yer eden bu etkinliğin tam tarihleri için resmi web sitelerinden bilgi alabilirsiniz.
-Central Park her gün başka başka bir sürü yeteneğin müzikle, eğlenceyle, sanatla doldurduğu bir yer. Yaz boyu hemen her gün ücretsiz konserler ve şovlar da düzenleniyor. Bunlar için Central Park sitesine girin, çok ünlülerde gözünüz varsa da arada buranın bir sabah şovu için Central Park’ta ücretsiz konserler oluyormuş. Sabahın köründe kalkmak gerek ama biz Enrique Iglesias ve Kings of Leon için yapacağız 😀
–Broadway müzikallerine gitmeden olmaz… Broadway tiyatrolarının her biri kendine ait meşhur bir şovun reklamını yapmakla meşgulken zaten menüde neler var bilmek kolay oluyor. İnternet sitesinden veya bizzat tiyatronun kendi binasından bilet alabilir, sitelerde top 10 listesi şeklinde düzenlenen yerlerden şovunuza karar verebilirsiniz. Biz tercihimizi klasik Jersey Boys’tan yana kullandık, fiyatlar da şovun ünü ve oturduğunuz yere göre 100-300 $ arasında değişiyor.
-Bizim de çiçeği burnunda biletlerine sahip olduğumuz Apollo Theater… Harlem’in gözbebeği, Michael Jackson’dan Diana Ross’a pek çok ünlü ismin merdiveni olmuş, tam bir müzik beşiği olan Apollo Theater’da her çarşamba akşamı Amateur Night denen, yeni sanatçıların kendilerini halka tanıttıkları ve pek çok ünlünün kaderini belirlemiş bu sınavı vermek için ter döktükleri enfes bir müzik şöleni gerçekleşiyor. Ve şunu dinleyin, dinleyici olarak çok değerlisiniz çünkü o sanatçıların kaderlerini sizin alkışlarınız ve ne yazık ki yuhalamalarınız belirliyor ! Biletleri önceden almak için siteden bilgi alabilirsiniz. (bir hafta önce almakta fayda var)
-Turcular… Turcu kelimesi nerereden çıktı bilmiyorum ama sanki bizim memlekette kullanılıyor… Her neyse efendim, bu şehirde turcu olmaz mı? Times Square’de adım başı broşür dağıtıyorlar, her yerde Big Bus üzerinde etrafı seyreden turistler görmek de cabası…Siz ne tercih edersiniz bilmiyorum ama oralara bir yeri gezmek için ekstra para vermek bana mantıksız geliyor. Tur broşürlerinden edinin mutlaka, hatta “gonyc” sitesinden bakabilirsiniz, biz onu kullandık. Çünkü Statue of Liberty, veya dört gözle beklediğimiz helikopter turu gibi olaylar onlarsız olmuyor. Ama bana sorarsanız sightseeing çok anlamsız. Onun yerine keşfettiğimiz siteyi sizinle paylaşayım. Freefoottours.com sitesine girin, önceden rezerve ederek profesyonel rehberlerden şehrin belli bölgelerini samimi bir anlatımla dinliyor, isteğe bağlı gönülden kopan bir bahşiş verip hem yürümüş hem de keyifli vakit geçirmiş bir şekilde bir New Yorker kadar bilgili oluyorsunuz. Bu turlar anlatılmaz yaşanır dediğim için kesinlikle bir tanesine katılın, ne kastettiğimi göreceksiniz.
-Turcularla ilgili ikinci kısım, tur şirketlerinin çoğu gezide ne yapacağını sırayla anlatılmış şekilde internette yayınlıyor. Mesela ben Gossip Girl izlemiş bir insan olarak TV dizileri turlarından Gossip Girl’e gidecektim ama zaten listeledikleri mekanları kendim tek tek gezerek 40 dolar vermekten kurtulmuş oldum. Listelemeseler de Google’a Gossip Girl Places yazıp aratma kabiliyetim olduğu için şanslı sayılırdım. X binasının ne olduğunu internetten okuyup kendi başınıza gitmenizde maddi açıdan büyük yarar görüyorum ama tabi siz bilirsiniz. ( Big Bus’a da binmeyin bence, o sıcakta sefil oluyorlar, yürüyerek güzel güzel gezin )
GİDİP GÖRÜLECEK YERLER
–Fao Schwarz Oyuncak Mağazası: Central Park’ın tam güney başlangıcında ve doğu tarafında kalan devasa Fao Schwarz kaç yaşında olursa olsun herkesi büyüleyecek devasa bir oyuncak mağazası. İsterseniz kendinizi oyuncaklarla şımartın, isterseniz şekerleme bölümüne dalıp yine şeker renkleriyle donatılmış alanda kendinizden geçin. Eğlenmek her şekilde garanti ! Önündeki devasa Apple amblemini görerek mekanı bulabilirsiniz. (Apple amblemi de yeraltındaki devasa Apple Store’a ait.)
–Guggenheim Müzesi: Binasıyla başlı başına modern sanat harikası olan bu binada,o dönem var olan modern sanat sergilerini gezebilir ve bir dönemi ayrıntılı incelemiş olabilirsiniz. Ben gittiğimde fütürizm sergisi vardı ve gerçekten çok başarılı bir düzenlemeye sahipti. Ücretler öğrenci 18, yetişkin 22 dolar olması lazım, sanat aşığı değilseniz 2 saatinizden fazla alacağını sanmadığım, en üst katından aşağıdaki holezon manzarasına bakmak harika olan bu binayı görmeden dönmeyin.
–Hard Rock Cafe’ye yalnızca İstanbul’da gidip, ziyaret ettiğim her yerden t-shirt’ünü alacağıma söz veren milyonlarca insancıktan biriyim. Ama New York’taki gerçekten tam bir efsane. Elbette çok kalabalık, elbette tam anlamıyla devasa. İçinde önceden internetten öğrenebileceğiniz dönemlik imza günlerine rastlayabilir ve gittiğinizde bir masaya sahip olmak için 15-20 dakika bekleyebilirsiniz. Ama inanın lezzetli yemekleri, harika tasarımı, duvardaki özel koleksyionları ve bunlara rağmen gayet uygun kalan fiyatıyla sizi mutlu bir şekilde üst kattaki güzel mağazasına uğurlayacak güzel bir yemek, eğlence ve alışveriş mekanı.
–Times Meydanı, hemen herkesin aklına devasa reklam ekranlarını ve gökdelenleri getiren, İstiklal’den on kat beter insan kalabalığıyla belki de New York’un akla gelen ilk mekanı. Duyuduğuma göre New Yorker’lar Times’tan nefret edermiş, e o kalabalıktan ben de çok hoşlanmazdım sanırım. Ama turist olunca harika oluyor 🙂 Neler mi var? Külotu ve gitarıyla Times fenomeni olmuş Naked Cowboy’u bir kenara bırakırsak; kocaman birer M&M ve Disneyland mağazalarının hemen göze çarptığı bu ışıltılı caddede ünlü markaların dev ekranlı çok katlı mağazaları, New York gift shop’ları alışveriş ve hediye için mükemmel. O kalabalıkta alışveriş mi yapılır derseniz Believe it or Not, Hard Rock Cafe, Madame Tussauds, Bubba Shrimps gibi ikonik ve eğlenceli yerleri gezebilir; isterseniz yemeğinizi meşhur kırmızı merdivenlere oturup yerken etrafı seyredebilirsiniz. Burası gerçekten turist kaynıyor bu arada, bir saatte yanımdan 6-7 Türk’ün geçtiğine eminim 😀 Bu meydana bir kez gelmek yetmez tabi, bence ilk kez gece görün, bir şeyler atıştırın, bir kere de alışveriş yapıp giremediğiniz eğlence mekanlarına girerek güzel bir Times turu yapmışş olursunuz (naked cowboy’la fotoğrafı saymıyorum bile)
–Frick Collection, sanat dolu ve sofistike yaşam tarzının kalbinin attığı Upper East Side’da, New York’un eski meşhur zenginlerinden Henry Clay Frick’in “bu kadar para harcadım, bari insanlar ben ölünce gelip baksın” diyerek özene bezene, usta ressam ve heykeltraşların eserleriyle doldurduğu güzelim malikanesinin sergilendiği özel bir müze. Bu müzeye giriş NYU öğrencilerine ücretsiz olduğu için fiyatı hatırlamıyorum ama sanırım öğrenciye 8-10 dolar gibi cüzzi bir ücretti. Çok büyük olmasa da zenginliğiyle her detaya ayrı ilgi gerektiren bu müze, en az iki saatinizi ayırmanızı gerektiren ve erken yakın çağ döneminin Avrupai sanat anlayışının en güzel tasarımlarını sunan güzel bir deneyim. İçeri girdiğinizde yürüyüşünüzden tutun jestlerinize kadar her hareketinizin bir asalete büründüğünü göreceksiniz.
–Rubin Museum of Art, Midtown’da sürpriz bir sokakta sizleri bekleyen, çok tanıdık olmadığımız Uzakdoğu ve Asya kültürlerine ait eşsiz eserler sunan bir müze. Modern yapısı ve Budizm din öğretisini ayrıntısıyla gözler önüne seren koleksiyonu gerçekten görülmeye değer. Ayrıca bu müzede ziyaretçilerin kendini test edebildiği ve bu kültürlerin geleneksel tedavi yöntemlerine göre kendine nelerin iyi gelebileceğini bulduğu bir tür “kocakarı oyunu” bile var. Gerçekten çok keyifli ve eşi olmayan bir müze.
–Morgan Library, yine hatır sahibi “eski New Yorker”lardan Morgan Efendi’nin gerçekten delicesine kıskandığım mükemmel kütüphanesini –ki evinin bir parçası olur- ve minik sanat koleksiyonunu görebileceğiniz hoş bir müze. Yine Midtown’a dahil edebileceğimiz bu müze-ev; lobisinin modern, renkli iç tasarımıyla, bazı günler ücretsiz canlı müzik sunan şık restoran ve cafesiyle uzun zaman diliminizi alabilecek bir yer. Yalnızca müzeyi ve geniş tavanlı bir odada üç kat balkon şeklinde dizayn edilmiş eski kitaplarla dolu güzel kütüphaneyi gezecekseniz bir saatinizi ayırmanız yeterli.
–Chelsea Market, gerçekten tanımlanması zor ama bir o kadar da hoş bir mekan. Birden fazla defa gidip içindeki pek çok farklı restoranı, ıstakozdan tutun muffinlere kadar özel lezzetleri, özel butik ve mağazaları gezebileceğiniz; eski dekorasyonu ve tasarıımyla restore edilmiş bir mağazayı andıran son derece hoş bir otantik çarşı. Bulunduğu bölgeyi ayrıyeten anlatacağım ama bura öylesine bir uğranacak yer değil kanımca, bulunduğu West Village bölgesine daha sık gitme şansı bulursanız her defasında oraya uğrayacak şekilde düzenlemekte fayda var. Kısa süreli bir gezideyseniz de güzel gurme mağazalarından eşsiz tatlar keşfedip memlekete götürebilirsiniz.
–Central Park, başlı başına ayrı yazı olabileceği için ne anlatsam az kalacağını söyleyebilirim. Kendi içinde tematik alanları, kocaman gölleri, şatoları olan tam anlamıyla huzurun başkenti mekanlardan biri. İçinde yürüyebilir, spor yapabilir, bisiklet ve at arabası turlarına çıkabilirsiniz. Piknik yapabilir, etkinlik takvimine göre konserlere gidebilir veya zaten adım başında bulacağınız güzel müzisyenlerin ve ilginç şovların fotoğraflarını çekebilirsiniz. İçinde pek çok ikonik heykel bulunduran bu parkta gerçekten ayrı ayrı turistik mekanlar olan Hayvanat Bahçesi, Sheakspare Garden ve daha pek çoklarını görmenizi tavsiye ederim. Kısa zamanınız varsa gölde bir saatliğine kano sefası da epey iş görür gibi. (Bir şey daha, gerçekten fazlasıyla büyük bir park olduğu için neredeyse Harlem’den tutun Midtown’a kadar gezilerinizi Central Park’la birleştirebileceğiniz stratejik noktası, buraya daha sık gelmenizi sağlayabilir.)
–Hudson Heights, bizim Moda sahili mantığında, Hudson River’ın Manhattan kıyısını boylu boyunca saran bir yürüyüş yolu, banklar ve parklar kompleksi. Manzara, mekan ölüp bitilecek gibi değil ama tüm o sporcular, cins cins insanlar, sessizlik… Eğer zamanınız bolsa bu taraflara da gelin derim, en azından güneşin batışını izleyebeileceğiniz güzel manzaralar edinebilirsiniz. Hudson River Manhattan’ın batı tarafından akan nehir, gezilerinizi burada minik bir molayla birleştirebilirsiniz.
–Union Square Park, yurdumun köşesinde olduğu için sık sık gördüğüm, her gördüğümde de farklı bir atraksiyonun yer aldığı bambaşka bir alem. Sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar bin bir tür satıcı, hiphopçu gençler, voleybol oynayanlar, kaykaycılar, öylesine merdivenlerde oturup yola bakanlar, biri gelse de satranç oynasak diye bekleyen seyyar satranç masaları, oranın müdavimleri… Ne ararsanız bulacağınız, Villages bölgesinin kuzeyinde kalan bu parkta belki satıcıları gezebilir, bir akşam yarım saat takılıp etrafı seyredebilirsiniz.
–Merchant’s Museum, çok bilinmeyen ve bir o kadar da küçük bir müze olmasına rağmen tam anlamıyla bayıldığım bir yer. Villages’in Soho’ya bakan güzel yüzünde, beklenmeyen bir sokakta, yine eski New Yorker zengin bir tüccar efendimizin ailesinin -ne hikmetse kimse kalmamış ve son kalan da müze yapmış- 1800’leri kelimesi kelimesine anlatan şirin mekanı. Kelimesi kelimesine dedim çünkü bu müzede her odanın, önemli eşyaların güzelce açıklandığı ve o zamanki yaşam tarzını, günlük hayatı, gelenek görenekleri açıklayan, son derece kolay okunan bir rehber de alıyorsunuz. O dönemlere gerçekten bu kadar yakından bakabildiğim, hatta adeta dokunabildiğim bir müze daha hatırlamıyorum. Tüm rehberi okumak adına bir saatinizi ayırın derim, ben o kadar sevmiştim ki bitirmek için tekrar gideceğim. Öğrenci girişi 10 dolar olmalı.
–5th Avenue, Manhattan’da boylu boyuna uzanan bir cadde olsa da burayı “5th Avenue” yapan, Central Park’ın güneydoğu bitiminden başlayan ultra lüks oteller, ünlü markalar, ultra pahalı mağaza ve restoranlar ve görmesi bedava olsa da kendilerini ultra pahalı sanan sosyetik insanlarla dolu bölümü. Burada alışverişe çıkabilirsiniz elbette, Bergdorf Goodman’dan 10.000 dolara bir elbise ya da Henri Bendel’den 5.000 dolara bileklik alacak olmasanız da bu mağazaların sanat eseri vitrinlerini görebilir; daha ortalamaya yakın olan Abercrombie, Diesel gibi mağazalarda da pekala kendinize göre şeyler bulabilirsiniz. Gossip Girl’ün çekim mekanlarından pek çoğunu bulunduran bölgede FAO Schwarz, Apple Store gibi moda dışı mağazalar da bulacaksınız. Yürümesi keyifli, merkezi bir nokta. (Özellikle Central Park’ın güney bitimine paralel uzanan cadde çok lüks otellere ve restoranlara sahip, yemeseniz bile bir yürüyüşü hak ediyor.)
–Century 21, Lower Manhattan’da, oldukça işlek bir yerde bulunan devasa bir outlet mağazası. Devasa diyorum çünkü kat içinde kat, oda içinde oda şeklinde gezmesi bile ayrı aktivite olan gerçekten büyük bir mağaza. Pek çok ünlü markanın da ürünlerini bulabileceğiniz ( örneğin Michael Kors, Channel çantalar vs.) iki cinse de uygun her türlü aksesuar, makyaj malzemesi, kıyafet… kat kat dizilmiş sizleri bekliyor. Bana sorarsanız gerçekten acaip uygun fiyatlara güzel şeyler almak mümkün, toplu bir alışveriş için çok uygun, kendinize uygun bir şeyler bulacağınıza eminim. Yalnız fazlasıyla karışık bir mağaza olduğu için aradığınız şeyin içeride olduğuna emin olabilirsiniz, yalnızca nerede olduğunu sormaktan çekinmeyin.
–Astor Place ve Soho, New York’un asi çocukları, sıradışı yaşam tarzlarının bir arada olduğu ilham dolu mekanlar…Fazla sanatsal olmaya gerek yok çünkü Astor Place ve Soho kendinizi en rahat hissedebileceğeniz, önünden geçtiğiniz her sokağında ayrı bir tarih, ayrı bir kültür kokan; önünden geçtiğiniz her dükkana dönüp dönüp bakmak isteyeceğeniz bir mekan. Kültür demişken bunların arasında yalnızca klasik Çin, İtalyan… kültürleri değil punk rock, hipster, hippi, bohem gibi yaşam tarzı farklılıklarını da ekleyerek konuşmak gerek. New York’un midtown bölgeleri olarak sayılabilecek bu bölgelerin kesin sınırları yok. Size tavsiyem FreeToursonFoot sitesinden bu bölgeleri tanıtan turlara katılmanız veya yalnızca “Soho’nun en iyi cheescake”i vb aramalar sayesinde kendi kendinize sokaklarda dolanarak alanı keşfetmeniz. Bu bölgenin eskiden beri pek çok ünlü yazar ve sanatçının ilham ve yaşam merkezi olduğunu söylememe gerek yok sanırım. (en iyisinin Ellie’s cheescake olduğunu iddia ediyorlar, bence ortalama)
–Harlem… bazı New Yorker’lara göre New York’un en güzel yeri. Kimileri Harlem’de her sokakta bir cinayet işlendiğini düşünüp oraya gitmeye bile korkarken kimileri oraya aşık oluyor. FreeTours ile gittiğimiz gezi sonrası, bana sorarsanız ikisi de çok uç noktalar. Daha fakir bir kesimin yaşadığı doğru ama tarihten beri çok zengin insanlar tarafından sahiplenilmiş şahane brownstone ev sokakları, Obama da dahil uzun süre Beyaz Saray aşçılığı yapmış şefin mekanı Red Rooster, müziğin bilhassa jazz’ın başkenti olan uptown’ın incisi Harlem’de. Gittiğinizde mutlaka ayrımcılıkla kirlenmiş geçmiş yıllarından izler taşıyan sergileri, anıtları, sokak grafitilerini öğrenmeye çalışın; çalışın ki bizler için de ders olsun. Her neyse, Harlem gerçekten güzel ve gecenin bi yarısı ıssız sokaklarında dolaşmayacağınızı düşündüğüm için elinizi kolunuzu sallayarak gidebilirsiniz.
–Highline, vakti zamanında deli gibi kaza olması nedeniyle şehrin yüksek bir kesiminden tren geçirilmesi, yeraltı sistemi ortaya çıkınca da burayı bari park yapalım biz denmesi suretiyle yapılmış; caddelerin üzerinde upuzun bir üst geçitten geçiyormuşsunuz izlenimi veren bir yürüyüş yolu. Freetours’tan bağımsız olarak gittiğim için yalnızca yol boyu yürüyüp güzel şehir manzaraları kaydedebildim, tabi öyle devasa gökdelenler falan değil ama hoş apartmanlar oluyor. Ama buranın tarihi geçmişi hatta terk edilmişlik yıllarından kalma korkunç efsaneler falan da varmış; tura gidip öğrenmek için sabırsızlanıyorum, onun haricinde batı tarafına gittiğinizde şöyle bir tarafından dalıp biraz yürüyebilirsiniz.
–Washington Square Park… favorimi sona sakladım. Aslında hemen dibimde Union Square Park gibi daha az önce “Free Converssation” koltuklarında milletin sohbet ettiği dost canlısı bir ortamın önünden geçmiş olsam bile Washington Square’in huzuru başka. Belki burayı daha önce filmlerden biliyor olmam, belki gerçekten daha sessiz ve anacaddeden uzak olması, belki etrafı NYU kampüsü olduğu için daha sofistike bir hava taşıması… Bilmiyorum; gece yürümeleri ve dinlenmeleri için kendimi attığım Washington Square’e diğer tüm parklarda yapabileceğiniz gibi çok yorgun düştüğünüz ya da terlediğinizde gidebilirsiniz.
MEKANLAR
Evet… Öncelikle 21 yaş altı ve içki içen bir insansınız ölüler kervanına hoşgeldiniz. Meğer müzik notaları bambaşkaymış da bilmezmişiz… Evet efendim ne diyorduk, New York elbette harika aşçılar ve müzisyenlerle dolu. Pek çok mekan var. 21 yaş altı insanlar bazı aşırı havalı gece kulüpleri hariç tüm restoranlara, barlara ve cafelere girebiliyor; sadece içki isterseniz kimliğinize bakıyorlar ve bara oturamıyorsunuz, sizi masalara almak durumundalar. Büyükseniz zaten sorun yok.
Geriye dönüp baktığımda şimdiye dek öyle her gün ünlü bir yerlere gidip yemiş değiliz ama sokakta gördüğünüz pek çok yeri o an beğenme ve lezzetinden de memnun ayrılma olasılığınız çok yüksek. Birkaç tanesini tanıtalım.
Öncelikle Whole Food Market, burada adım başı bulabileceğiniz bir kompleks. Hem her türlü gıda alışverişi yapabilir hem de ev yemeği-salata barından kilo hesabı yemek alıp orada veya evinizde yiyebilirsiniz. Çok seçenek, sağlık ve lezzet bir arada ama restoran ortamından biraz yoksun. Ayrıca sıra sistemleri de ilgi çekici, konsepti farklı olduğu için mutlaka gidin derim.
Gelelim Cafe Wha’ya. Buranın ünlü canlı müzik yerlerinden biriymiş, yer bulmak zor olabiliyormuş ama biz iki kişi olduğumuz için kolay bulduk. Yemekleri uygun fiyatlı ve hoş, müzikleri gerçekten çok hoş. Sıcak bir ortam ve herkes kendinden geçercesine eğleniyor. Ben kendimden geçemedim ne yazık ki ama müziği dinlemek keyifliydi.
Cafe Reggio, pek çok filme (Breakfast at Tiffany’s bile varmış ama ben hatırlamıyorum) de mekan olmuş, gerçekten çok tatlı bir yerde, gerçekten çok tatlı bir mekan. Yiyecekleri ve içecekleri genelde pastane cafe tarzında ve çok pahalı değil; ama gerçekten bu şirin küçük cafede ortamın havasına girip kendinizi ünlü bir yazar veya uzaklardan gelmiş bir kaşif gibi hissedebilirsiniz. Tam Cafe Wha’nın yanında bu arada ama ikisi bir arada çok gitmez bence.
Hard Rock Cafe’yi yazdığıma göre çakma konseptli başarısız uygulaması T.G.I. Fridays’e bakalım. Daha önceden ismini duymuş olduğum için denemek istedim, benim denediğim mi öyle sadece bilmiyorum ama istediğimiz yemek gerçekten porsyion olarak çok azdı, hele hele Amerikan standartlarında. Fiyat-lezzet-miktar oranlamasında sınıfta kaldığı için mekanın konsepti de olumsuz etkilendi tabi. Bence gitmeye değmez ama yanınızda sevdiğiniz insanlar varsa siz de güzel vakit geçirip gülüp eğlenebilirsiniz.
Sylvia’s, Harlem’de gittiğim, duvarlarında politikacılardan tutun ünlü şarkıcılara kadar pek çok kişinin resmi olan ama bir o kadar da mütevazı, bir o kadar da evinizin yemek odası imajı taşıyan mekan. Yemekleri gerçekten çok lezzetli ve bir tabağını çok çok aç normal iştahlı bir insanın tamamen bitirmesine imkan veremeyeceğim ölçüde büyük servisli. Hemen yanında Red Rooster var, oraya henüz gitmedim ama zaten akşamları aydan aya rezervasyonlar kilitleniyormuş (Michael Scorstfield’ın kendine özel masası varmış mesela aylık sekiz bin mi ne veriyormuş) ama öğle yemeğinde kolay bulunuyormuş, orayı da deneyince yazarım. Ama Harlem’e tekrar gittiğimde Sylvia’s’taki enfes mısır ekmeklerini, üzüm jölelerini, et yemeklerini ve atıştırmalık tatlarını reddetmek zor olacak gerçekten.
Ya son olarak buradan bir dua edelim, Brooklyn’de Williamsburg taraflarında gördüğüm NY Cupcakes adlı mini mini mekanı tekrar bulabileyim ve o leziz tarçınlı muffinden bir tane daha alabileyim, amin.
BUNLAR DA TUHAF
Öncelikle bahşiş olayını duydunuz mu bilmiyorum ama burada mekanların yüzde doksan sekizinde bahşiş zorunlu, bırakmadığımız daha bir yer gördüm, bir de Dunkin Donuts, Subway vb mekanlarda bırakmıyorsunuz tabi. Garson hizmeti gördüğünüz her yerde isteniyor, bazen fişin altında seçenekler oluyor, %18-25 arasında. Birini işaretlemezseniz parayı koyduğunuzda en yüksek miktarı işaretlemiş olarak geri getiriyorlar, aman dikkat. Eğer sizi yazarak aydınlatmadılarsa da ödediğiniz yüzde onu gibi bir miktar genelde kabul görüyor. Bırakmazsanız peşinizden geldiklerine dair hikayeler duydum.
Buranın Migros, Şok tarzı yerleri bayağı ilginç çünkü eczaneyle birleşikler. Duane Reade ve CVS en büyük zincirler ama pharmacy olarak geçen bu mekanların içinde klasik bir süpermarkette bulabilceğeniz her türlü gıda ve kişisel bakım ürününü bulabilirsiniz. Bana çok tuhaf gelmişti. Ayrıca 24 saat açıklar.
Subway kolay geliyordu ama şimdilerde bazı sorunlar yaşamaya başladım. Sizle de paylaşayım, bindiğiniz istasyon uptown mı downtown mı kontrol etmeyi unutmayın, bir de aylık kartı turnikeden geçirip bir şey unutur veya yanlış yere saptığınızı fark ederseniz tekrar kullanmanız için 10 dakika falan geçmesi gerekiyor. Ofis memuru varsa şanslısınız, sizi geçiriyorlar ama aksi takdirde bekle babam bekle. Aktarma yapacaksanız zaten turnikelerden geçmeye gerek yok, aktarmaları birinci yazıda söylediğim yollardan öğrenebilirsiniz.
Gelelim City Pass’a… NYU öğrencisi olduğumuz için bazı yerlere ücretsiz girdik ama City Pass içindeki olaylar dünya çapında acaip ünlü falan oldukları için sanırım, bunlara girişimiz yoktu. Zaten City Pass ile girebileceğiniz bir yerdeyseniz bilet gişesinden City Pass da alabiliyorsunuz. Yetişkin için sanırım 108 dolardı ki toplamı 190 küsür tutan etkinlikler dizisi için güzel indirim. Nerelerde geçtiğini de hemen ekleyelim, her biri tek seferlik bilet niteliğinde olmak üzere MoMA, Metropolitan, Guggenheim/Rockefeller ( birini seçmeli), Empire State, Natural History, Statue of Liberty/Tekne gezisi. Bence alın, bunlar zaten mutlaka gezilmesi gereken yerler arasında.
Müzeler çok pahalı değil, bazıları 20 dolara kadar çıkabiliyor, Guggenheim öyleydi mesela. City Pass bu konuda yardımcı ama orta çaplı yerler genelde öğrenci ID’niz varsa ki Türkçe geçer mi bilmiyorum ama 10 dolardan az oluyor. Ve genelde hepsine de değiyor, bence mutlaka gidip görün. Bazıları da ücretsiz oluyor. Bence gideceğiniz müzeleri önceden Google’layın çünkü bazıları haftanın bir günü ücretsiz oluyor, çoğu saat beşte kapanıp bazıları haftasonu akşam ona kadar açık kalıyor, günün belli saatlerinde müzenin içinde turlar başlıyor oluyor. Öylesine gitmektense bu şekilde düşünülmüş gezinin en azından müzeler için daha iyi olacağı düşüncesindeyim.
Fiyatlara genel bir bakış atarsak, New York’ta hayat pahalı. Aslında kendi açılarından çok sayılmaz, bir yere gidip ortalama bir yemek yediğimde 10-15 dolar ödüyorum ki 10-15 TL ödesem çok uygun derdim; gelin görün ki aslında 20-30 lira vermiş oluyorum tabi o biraz… Neyse. Öncelikle alışveriş konusunda çok ucuz olmadığını söylemem gerek demiştim ama geçen bir mağazadan harika üç ayakkabıyı 40 dolara alıverdim, sanırım biraz sokak keşfetmekle ilgili. Ulaşım için 112 dolara aylık veya 30 dolara haftalık alın kurtulun, ne zaman nereye gidileceği belli olmuyor. Müzelere de ortalama 10 müze gezseniz 150 dolardan fazla tutacağına ihtimal vermiyorum, sokakta bir kahve bir dondurma alıvermek isterseniz 2-5 dolar gibi cüzzi ücretler. Ev kiralarından zaten bahsetmiştim… Sebze meyve alacaksanız sıradan marketlere değil Whole Foods gibi geniş, kilo hesabı satan yerlerden veya sokaktaki amcalardan alın.Özel olaylar turistik şehir olduğu için biraz pahalı. Broadway şovları mesela 100 dolardan fazla oluyor, turlar da yine 20-30 dolardan başlıyor. Ama… sanırım burada insan her şeyin zaman ve paraya değdiğini düşünüyor.
Bir dahaki yazımda gezdiğim diğer bölgeleri anlatacağım. Bu arada yazıyı sonuna kadar okuyanlara veya aniden sonunu açıverenlere bir kıyak geçelim. Anlattıklarımı anca Sabancı öğrencisi okur diye düşündüm ama İngilizce bilmiyorsanız Türkçe ile burada eğlenmek zor gerçekten. Söz ettiğim foot turları veya şovlar, en basitinden garsona istediğinizi tam anlatmak vs. göründüğü kadar eğlenceli ama derdinizi anlatabildiğiniz sürece. O yüzden olur da tam turist bir kişi okursa bu yazıyı, mutlaka etkinliklerini anlayabileceği ve anlatabileceği ölçüde kısıtlamaya dikkat etsin.
Sevgiler, Bengüsu.
NOT: Sitedeki teknik aksaklıklardan dolayı bazı güzel fotoğraflarımı paylaşamadım, içimde kaldı, çok güzel bu şehir, valla bakın.
No Comments / Yorum Bulunmuyor