Geçen günlerde, karalama olmasın ama bir başka üniversitede biraz vakit geçirmem gerekti.Bu güzide üniversitemiz şehrin birazcık ortasında, hani böyle her yere bir adım dediklerinden.Ama gelin görün ki ben o kadar imrenemedim bu duruma.Dersimden çıktığımda yeşillikler arasından kafamı çevirdiğim her yerde tanıdık güler yüzler görmek yerine trafiğin, gürültünün ortasında kalmak hoşuma gitmedi.Cıvıl cıvıl olmayan yemekhane, hiç alışkın olmadığım ikili üçlü küçük gruplar, şöyle bir dinleneyim diye oturduğum yerde sürekli seçim propogandasıyla bağıran araçlar…Ben de biricik okuluma boynumun bir borcu bildim bu yazıyı.
“Abi okulunuz iyi hoş da şehre çok uzak ya” diyenlere ben de“Çok şükür kardeş, çok şükür .” diyebilirim sanırım artık.
1-Öncelikle şurası doğru ki haftanın genelde dört-beş günü kampüsün içinde geçiyor.Ama ne hikmettir ki biz sıkıntıdan patlayan sosyopatlara dönüşmüyoruz, birbirimizi daha çok keşfedecek zaman buluyoruz.Kampüste ne ara bu kadar çok arkadaş edindim, nasıl her geçen gün daha da büyüyen bir ailem varmış gibi hissediyorum anlamıyorum.Burada hiçbir zaman “merhaba merhaba”da kalmayan bir arkadaşlık kültürü var.Paylaşacak şeyler hiçbir zaman tükenmiyor sanki, insan neden bir buzdağıymış aslında görünmeyen taraf neler saklıyormuş bu okulda öğrendim.Görüşlerine, yeteneklerine, kişiliklerine hayran kaldığım bir sürü farklı dünya, en çok da aynı evi paylaşıyormuşsunuz hissi, samimiyet, rahatlık…Bir gün öylesine çimlerde tanıştığınız bir son sınıf öğrencisiyle bir iki saat içinde koyu bir muhabbete dalabiliyor, daha sonra görüşmek için sözleşebiliyorsunuz.Burada herkes hayatını birbiriyle paylaşacak olan, yaş farkı dinlemeyen kızlı erkekli kocaman bir aile aslında.
2-İkinci bir nokta ise gerçekten “kampüs” denen olgunun senden benden daha canlı bir varlık olması.Sürekli bir olay, sürekli bir yenilik…Şehrin göbeğinde yapabileceklerimi düşünüyorum da her gece aynı yerlerde yiyip içip muhabbet etmek dışında şanslıysam belki görece yakın yerlerde bir iki kursa yazılırdım.Ama kampüste her şey ayağınıza geliyor, afişler gözünüzün önünde değişip duruyor, hızına yetişemiyorsunuz.Müzik kursu, dans kursu, sinema geceleri, konserler, tiyatrolar, pizza geceleri, tartışmalar, konferanslar… Yabana atılmaması gereken bir nokta da tüm bu imkanların aslında evinizin bir bölümüymüş gibi yedi yirmi dört elinizin altında olması.Kendi aramızda amfilerde müzik yapıp sohbet etmek, büyük sınıflarda sinema geceleri, doğum günü partileri, gecenin bir saati piyano odasına girip saatlerce müzik yapabilmek de yabana atılamayacak derecede keyifli bence.
3-Herhalde en çok duacı olduğum şey de trafik illetinden kurtulmak.Her gün otobüse bin, metroda in, metrobüse aktarma yap, trafikte takıl, uyuyup durağı kaçır…Hele de her gün o sarsıntının,o gürültünün yorgunluğu…Ben liseden beri yatılı okuduğum için aslında bunun tadını erken keşfedenlerden biriyim.Gün içinde dersler zaten yeterince yorucu geliyor, enerji korunumu denen de bir şey var, ıvıra zıvıra boşa zaman harcamamak lazım.Kampüsteyse ister spora ister dans etmeye beş dakikada gidebiliyor, yorulduğunuzda odada kısa bir şekerleme yapıp güç depolayabiliyor; bazen seminerlerle, toplantılarla dolu bol bol düşündüğünüz bir günü gece geç saatlere kadar arkadaşlarla bilardo oynayarak dengeleyebiliyorsunuz.Yani bizim kampüsümüz bence zamanı verimli kullanmanın sözlük karşılığı olabilir.Sabah mı?Sabah ise bol bol uyumak adına dersten on beş dakika önce kalksanız bile zamanında sınıfa varmış oluyorsunuz.
4-Şimdi bir de şu “şehre inmek” olayını masaya yatıralım.Aslına bakarsanız bu durum bana biraz şu Amerikan gençlik filmlerini çağrıştırıyor, hani bu güzel kolejler hep şehir dışındadır da gençler haftaiçi kampüste kendi aralarında takılıp haftasonu evlerine döner veya şehre inerler.Aslına bakarsanız öyle şanslıyız ki bence, hani “İstanbul yaşanmaz şehir” diye yakınanlar vardır; öte taraftan da İstanbul’un gezilecek, görülecek ne kadar güzel yerlerinin olduğunu anlatıp duranlar.İşte biz şanslı bir şekilde tam araftayız.Dışarıda gezip eğlenmek istediğimiz zaman indisi bindisi olmayan temiz bir yolculukla kendimizi şehrin kalbine atıyor ama öte taraftan bu canım şehri yaşanılmaz yapan tüm o illetlerden çoook uzakta yaşıyoruz.Şahsen kampüs hayatı artık bana o kadar çekici, o kadar cazip geilyor ki pek çok üst dönemden daha önce duyup yadırgadığım şey başıma geldi, artık şehre inmek bile istemiyorum.Başka üniversitelerdeki arkadaşlarımı görmek, bir öğleden sonra öylesine Kadıköy havası alıp anıları yad etmek, güzel fotoğraflar çekip bir vapur keyfi yapmak…Bunların hepsi benim için günlük rutin olmaktan kurtulmuş, halen kutsallığını koruyan, arada bir aşerince kendimi doğruca kollarına attığım şeyler.
5-Şimdi de size en huzurlu bulduğum anlarımdan birini paylaşacağım.Shuttle’a binip de Taksim’den, Kadıköy’den kampüse doğru yola çıktığım an…Kendimi sanki keşmekeşten, gürültüden kaçıp kendi kabuğuna sığınan bir kaplumbağa gibi hissediyorum, dinginleşiyorum, her şeyi geride bırakıyorum.Fazlasıyla olaylı bir dönemde yaşıyoruz ve inanın ben de sıkı sıkıya takip ediyorum ama bazen öyle bunalıyorum ki tüm bu karamsarlıktan, izolasyonun kollarına bırakıyorum kendimi.Gözümü çevirdiğim her yerde çevik kuvvet görmek, anketçi gazeteci çocukların peşime yapışması, kalabalığın içinde sürüklenerek ilerlemek…Hepsi hayatın gerçekleri olsa da sıyrılabileceğiniz, gözlerinizi bir süreliğine kapatıp kendinizi dinlendirebileceğiniz, huzuru bulabileceğiniz bir yeri inanın başka türlü mumla arardım.
Bengüsu
No Comments / Yorum Bulunmuyor