İlk dönem sonlarında, normalde şu sıralar yılbaşı heyecanı sararken beni ışıl ışıl sokaklarda biraz aylaklık yapmaya çıkardım. Şimdi ise bir telaş: neler koliye kaldırılacak, neler valize konacak, gitmeden herkesle vedalaştım mı, bir evrak işi kaldı mı…
Bir dönem exchange ya da Erasmus’a giden istisnasız herkesten duydum: “son bir hafta kala vageçmek üzereydim” “ne diye gidiyorum sanki dedim hep” “uçağa binene kadar çok kaygılıydım” ve daha neler neler… İkinci dönem bambaşka bir yerde yaşayacak olmaktan en büyük beklentim neydi ben de artık karıştırıyorum. Yeni bir kültür mü, yeni insanlar mı, bol bol gezmek mi, zorluklarla başa çıkmak mı ? Gerçekten de zaman yaklaştıkça insan yün yumağı gibi birbirine karışmış duyguların rengini ayırt edemiyor. Bir yüzücünün atlama tahtasının en ucuna gelmesi gibi, biraz duraksamak, son bir nefes almak istiyor.
Exchange’e ne zaman gitmeliyim konusunda çok sevdiğim bir hocam “üçüncü sınıfın ilk dönem sakın gitme, göreceksin, o dönem kendini en çok okulda hissettiğin, ayaklarının en çok yere bastığı dönem olacak” demişti. Ne kadar doğru söylemiş. Bu sene, bilmiyorum gidecek olmanın psikolojisi mi, her şey daha bir yerli yerinde, yeni tanıdığım her insan daha bir kıymetli, okulda geçen yoğun günler bile daha bir dinlendiriciydi sanki. Ve belki de gelmiş geçmiş en tatilli dönemlerden biri de olsa ilk kez bu kadar dolu dolu, bu kadar yaptıklarımdan ve hatalarımdan memnun kapatıyorum bir dönemi. İlk kez her şeyin keyfini bu kadar güzel çıkarabildim, ateş almaya gelmiş gibi, bir daha ne zaman geleceğiz dünyaya dermiş gibi daha uzun sohbet ettim insanlarla, yüzleşmem gereken problemlere daha güçlü karşı çıktım, kendime daha fazla zaman ayırdım. Öykü yazmaya başladım, daha çok kitap okudum, her şeye çok koşturmadım ama ne yapıyorsam tam yaptım, bazen sınavlardan nefes alamadım ama boğulmadan karaya çıktım, bazen kararsız hissettim ama o duymakta zorlandığım “yüreğimin sesi” zımbrtısını daha bir can kulağıyla dinledim. Şimdi dönem bitince, hazır her şey bu kadar tadındayken bırakacak olmak biraz buruk geliyor, evet. Ama belki de bırakıp gidecek olmak gösterdi bu tuzu biberi.
Biraz da veda amacıyla yazdım bu yazıyı, herkesin bende ayrı bir yeri var ama sınavlar biter bitmez yılbaşı tatili kapıya dayanınca insanları yanaklarından tek tek öpecek vaktim olmadı maalesef.
Her şeyden önce bir dönemi sabah-akşam beraber geçirdiğimiz; hem komşu, hem arkadaş hem yoldaş olduğumuz; dertlerimize beraber kafa yorup beraber üzüldüğümüz, dersten derse birlikte koşturduğumuz arkadaşlarıma özlemlerin en büyüğü gitsin şimdiden. Bu sene sanki tüm arkadaşlıklar daha gerçek, geçirilen tüm zamanlar daha esaslıydı sanki. Şimdi yanında böyle şeffaf, böyle hafif hissettiğim insanların verdiği huzur olmadan, güzel uzun sohbetlere biraz ara verme zamanı. Döndüğümde beraber büyümeye ve beraber çocuk kalmaya devam etmek dileğiyle.
Sonra ikinci ailem dediğim, bu okulda başıma gelen en güzel şeylerden biri, münazara kulübüm; her sene tekrar tekrar sorduğumda kendime “bu kadar güzel insanın aynı anda mıknatıs gibi bir topluluğa girmesi nasıl mümkün olabilir” diye, hiçbir seferinde yanıt veremiyorum. İkinci ailem diyorum çünkü koca bir topluluktaki her bir insanın yeri gelince iyi gün yeri gelince kötü gün dostu olabildiğini görmek, aynı anda hem sahiplendiğim hem de ait hissettiğim, bu sene kıymetini daha bir anladığım bambaşka bir bağ benim için.
Bu sene çok koşturmadım, kendime daha çok zaman ayırdım demiştim, öyle olunca kendine zaman ayırmayı seven insanlarla daha çok kesişti yolum. Fotoğraf ve edebiyat kulübünden bir sürü yeni insan girdi hayatıma, ortak zevkleri paylaştığım insanlarla keşfetmenin ve söyleşmenin keyfini yaşadım. Şimdi ikinci dönem bensiz olacak fotoğraf gezilerini, lafın lafı açtığı uzun edebiyat kulübü toplantılarını kıskanmaya başladım bile desem yeridir. Dahası, bu sene daha bir yuvam olan kampüsüme de veda olsun. Sınavımla çakışmayan ne kadar tiyatro, konser varsa gideceğim demiştim; iyi ki gitmişim. Göl kenarındaki sakin sabah yürüyüşleri ve IC’de zamanın nasıl geçtiğini fark etmeden dergiden dergiye gömüldüğüm renkli armut koltuklar da burnumda tüter mi yoksa pabuçları dama atılır mı bilmiyorum; ama bana öyle geliyor ki geri döndüğümde özlemiş olacağım.
Elbette bir de yazdıklarıma değer veren ve bunları paylaşılır bulan insanlara; blog ve gazete editörümüz Melek Sarı’ya ve biricik yayınevime, tatlı editörüm Gökçe’ye de kocaman sevgiler. Daha önce hayalini kurmadığım, bir beklenti bariyerini aşmak zorunda kalmayan sürprizlerin mutluluğu o kadar güzel ki. Yazmayı hep sevdim ama ne bir yayınevine gidip gelip yeni kitap için kapak tasarımı tartışacağımızı, ne yıllar yılı koridordan koridora koştuğum kitap fuarlarında standların öbür tarafında olacağımı hayal etmiştim. Onların sayesinde çok hem de çok daha severek yazıyorum, umarım anlatacak daha güzel hikayelerle dönerim.
Buradan sonra aile ve benim için aileden olan insanlar geliyor ki onları çok da özleyeceğimi sanmıyorum. Çünkü daha önce de uzun ayrılıklarda onları gördüğüm bir reklamdan tutup tadına baktığım bir dondurmaya kadar her şekilde, her hatıradan yakalayıveriyorum. Hep yanımda olduklarını bilmek çok güçlü bir his, sanırım diğer her şeyi bastırmakta üstüne yok.
İşte böyle, gitmeden son kez Kadıköy sokaklarıyla, en sevdiğim tatlar ve en sevdiğim mekanlarla da vedalaşırsam herhalde olacak bu iş. Vedaları çok sevmem derler ama ben bu vedaya minneti bir borç bilirim. Ne çok sevdiğim varmış, belki biraz mazoşistçe ama ayrılmanın zor gelmesi biraz da “ne mutlu bana” dedirtiyor sanki.
Herkese ışıl ışıl tatiller.
Bengüsu
No Comments / Yorum Bulunmuyor