Havalimanlarını oldum olası çok severim. Hengame, kalabalık, uzun sıralar, rötarlar… Hiçbiri çocuksu sevincimi gölgeleyemez burada. Nedendir bilmiyorum, hiç duymadığım kadar büyük bir yazma isteğiyle doluyorum bekleme koltuğuna oturup da çantama yanımdaki koltuğa bıraktığım anda. Yolculuk halinde olan insanların, vedaların ve amaçların kokusu siniyor belki havaya. Belki de çocukken defalarca izlediğim, Tom Hanks’in benim için yıldızlaştığı filmi Terminal’den kalma bu duygu; bir havalimanının çatısı altında olup bitenler bağımsız bir küçük evren gibi geliyor her zaman bana.
Bu bayram yolculuğunda uyku mahmuru bir şekilde kendimi bekleme koltuğuna atmış, yarım saat rötar yiyen uçağımın gelmesini beklerken daha da uykumu getiren dergilerimden medet ummayı kesmiş öyle etrafa bakınıyordum. Her zamanki gibi kalabalıktı biniş kapısındaki bekleme alanı, iç hatların anlaşılır sözcüklerden oluşan uğultusu ve çocuk koşturmaları dolduruyordu her tarafı. Çocukları izlemek, benim gibi kös kös oturan yetişkinleri izlemekten daha dinlendirici geliyordu. Onların ruhu ve enerjisi sinsin istiyordum bana da.
Önce küçük, rengarenk kıyafetleri ve kısa at kuyruğu ile ortada koşturan Miray’ı izledim. Annesi defalarca uzaklaşmaması gerektiğini söylese de o arkasından bağırtana kadar bekleme salonunun bir ucuna koşup koşup duruyordu. Bir ara kendisi yaşlarda bir çocukla karşılaştı, keşfetmek için utanma sıkılma bilmeden gözlerini diktiler birbirlerinin üzerlerine, sonra Miray çiçekli taytı ve kelebekli bluzundan hiç beklenmeyecek bir hırçınlıkla itiverdi karşısındaki çocuğu. Tabi iki anne hemen olaya müdehale etti, annesinin verdiği özür replikleri birkaç kez tekrar edildi Miray tarafından, elinden tutulan Miray uçağa binene kadar hapsolmak üzere annesinin kucağına oturtuldu.
Çok kızmamıştı annesi, yalnızca daha fazla koşturmak yok diye cezalandırmıştı kızını. Bir süre sonra, ben de yavaş yavaş gözümü yer döşemelerine dikecekken eylülün ortasındaki bu güzel tatil gününde, cılız sesinden komik bir cümle dökülüverdi Miray’ın:
-Anneler Günü’n kutlu olsun anne.
O an gülmemek için yanaklarımı ısırmak zorunda kaldım. Bak sen şu kurnaz tilkiye dedim, annesini tavlamak için bu yaştan bir silah edinmişti demek ki kendine. Gerçi önemli gün ve haftalar kavramında biraz sıkıntı vardı hala ama olsun, o kadar olur, üç yaşından büyük yoktu zaten Miray da. Annesi hiçbir şey demedi. Aslında zekice bir hamleydi bence bu, Miray’ı takdir etmek gerekirdi. Ama yine de bir çocuktan beklemezdim bunu. İsyan edebilirdi, neden koşmasının engellendiğini sorgulayabilirdi, hiç üzgün olmayabilir ve neden engellendiğini anlamayabilirdi. Ama bu söylediği üzgünlükten kaynaklanmıyordu bence. Belki benim fesatlığım ama o an bu küçük kızın annesine rüşvet vermeye çalıştığını düşündüm. O an yeniden koşmak dışında bir şey istemiyordu, zaten zıplayarak annesinin kolundan kurtulmaya çalışması da birkaç dakika sonra tezimi desteklemeye başladı. Bu kadar erken miydi yani? Biraz özgürlük için bir karşılık ödemek zorunda olduğumuzu bu kadar küçükken mi öğreniyorduk? O an biraz burkuldum, belki benim özel günlere olan inançsızlığımdan kaynaklanıyordu bu ama yine de bir çocuğun daha bu yaştan annesi ile bir karşılık ilişkisi kurması, içinde bu duyguyu barındırması üzdü beni. Onun ruhu bu kadar küçükken bürokrasiyi öğrenmemeliydi.
Biraz sonra başka aktörler çıktı sahneye. Tesadüfen yan yana oturan iki ailenin çocukları olan beş buçuk yaşındaki, boyu kendini belli eden Emir ve dört yaşındaki, daha bir hareketli Demir; uçakların kalkışını izlemek için dev pencerelerin orada hemen tanışmış, kaynaşmış ve arkadaş oluvermişti bile. Aileler birbirlerine çocuklarının etiket özelliklerini anlattıktan sonra başka muhabbetlere geçmişlerdi. Emir ve Demir’i izledim ben. Aralarında bir buçuk yaş vardı. Çocuklar hızlı büyür derler ama bir küçük kardeşim olmadığı için fiziksel görünüş dışında ne kadar da hızlı değişiverdiklerini gözlemek nasip olmamıştı hiç bana. O güne kısmetmiş.
Epeydir uçak görünmeyince ortalarda, Demir sıkılmış olacak ki kendi kendine bir oyun oynamaya başladı. Epey konuşkan olan ve Demir’in dinleyip dinlemediğine dahi bakmadan ne oynayabileceklerini sayıp döken Emir ise pencereye yaslanmış sakince dikiliyordu. Demir benim de çözemediğim oyunu gereği emekleyen bir bebek gibi yerde ilerlemeye başlayınca Emir hemen bağırdı:
-Ne yapıyorsun sen? Yerler kirlidir, insaların bastığını görmüyor musun?
Büyümüş de küçülmüş dedikleri bu olsa gerek; bir buçuk yaş böyle bir otorite doğuruveriyordu demek ki. Yerler kirliydi evet, muhtemelen sağlık açısından sakıncalıydı. Ama cahilliğin ne büyük mutluluk olduğuna daha da çok inandığım şu günlerde bu huzurun bir bölümünün daha dört yaşından beş yaşına geçerken bırakılabileceğini görmek yine içimi burktu biraz. Tek bir çocuk üzerinden genelleme yaptığıma da inanmıyorum, sağdan soldan çok duyuyorum çünkü “yeni nesil çocuklar inanılmaz” sözlerini. Öyle olmak da zorundalar gerçi, bir kırtasiyede birinci sınıf soru bankası gördüğüm gün idrak etmiştim durumu, rekabet artık doğduğu gibi kulağına üfleniyordu çocukların, çünkü bir yerde suçlayamayacağımız velilerin başka şansı yoktu.
Demir kalktı, Emir’in çıkışına içerlemiş görünmüyordu, biraz koşturdu etrafta, tekrar pencereye geldi. O sırada iyi anlaşan bu iki yumurcaktan Emir’in annesi kalktı ayağa, bir poz verin de fotoğrafınızı çekeyim dedi. Demir kollarını nereye koyacağını bilemeden dümdüz kameraya baktı. Sonra Emir bir çocuktan duyup şimdiye dek en çok etkisinde kaldığım cümleyi söyleyiverdi:
-Bak böyle gülümseyeceksin Demir, böyle mutlu gibi görüneceksin.
Sonra dişlerini göstermeden hafif bir tebessüm oturttu yüzüne objektife bakarken. Ey beş yaşındaki minik çocuk, senin mutlu olmayıp da mutlu rolü yapman için ne sebep var, şimdiden neden sahte gülümsemeleri öğrenirsin? Yıllar geçtikçe özlemle anacağın pervasız çocukluk yıllarını ne gölgeleyebilir?
Yine havalimanı tribim mi vardı üstümde bilmiyorum, şimdi üstünden biraz vakit geçince belki de ben her şeye bir anlam yüklemeye çalıştım diye şüphe duymuyor değilim kendimden. Ama o sahteliği belli olan gülümsemenin, o çocuğun güzel yüzünde ne kadar eğreti durduğunu asla unutamayacağım. Dört yaşındaki bir çocuğun umursamazlığı, çevresinin üstünde sahip olduğu hükümden habersizliği öylesine güzelken beş yaşındaki bir çocuğun büyüdükçe düşe kalka deneyimlenen kuralları öğrenmeye ve öğretmeye başlamış olmasını unutamayacağım.
Fotoğraftan sonra Demir ortadan kayboldu, Emir ise ailesinin yanına gidip bıcır bıcır konuşmaya devam etti. Ben çoktan kendi çocukluğumu düşünmeye koyulmuştum bile. Evet, genel bir örnek oluşturmaya epey uzak bir çocukluk geçirmiştim belki ama yine de “yapmam gereken şeyler” “fedakarlıklar ve bedeller” “engeller ve çıkmazlar” öyle uzun zaman sonra girmişti ki hayatıma. Pervasız, uzun ve gülümseyerek hatırladığım yıllar geçirebilmiştim. Şimdi çocuklar bundan mahrum kalıyordu. Belki de hazırlandıkları hayat yüzündendi bunlar, belki benim neslimin onlara bıraktığı dünyanın kuralları değiştiği içindi.
Her saniyesini uyuyarak geçirdiğim sorunsuz uçuşumun ardından, İstanbul’dan hangi gün geldiğimi soranlara cevap verirken bile biraz düşündüm, bir kez yanlış cevap bile verdim. Ama o minik çocukların yetişkin bıçaklarla şekillenmiş ruhları galiba aklımdan hiç çıkmayacak.
Bengüsu.
No Comments / Yorum Bulunmuyor