RANDOM STUFF Travel

3 Şehir: New York’ta Yaşamak

Son dönemlerdeki gezgin trendini bilirsiniz: “turistik yerlerden olabildiğince uzak durup yerlilerin takıldığı yerlere gitmece.” Seviyorum bu modayı ben. En azından arkasındaki amaç Instagram’a “just like a dangerer/ian/ish…” yazan bir fotoğraf koymak, sırf diğer turistlerin “sığ” zevklerinden uzak durup farklılaşarak kişisel tatmin yakalamak değilse hele; daha çok seviyorum. Yabancı bir şehrin yerlisi olmak, aslında kendine yeni bir dünya çizmektense çoktan çizilmiş yeni bir dünyaya adım atmak bence. Nasıl yaşar insanlar burada? Akşamlarını nasıl geçirirler? Nerelerden alışveriş yaparlar? Çocuklarını nereye götürürler? Öğrencisi nerede ders çalışır? İş kadını nerede bir bardak kahve içer? Şehirde ne rutindir? Ne bütün insanlara küfür ettirebilir?

Bilirsiniz, son zamanlarda “hayatımda gece gündüz tutkun kalacağım bir amaç” bulma çalışmalarım had safhada. Bazen kendime diyorum ki “aslında dünyanın en fazla sayıda farklı şehrinde yaşayan insanı olsam…” Deli ediyor bu fikir beni ! İnanılmaz heyecanlanıyorum. Yeri gelip boş boş film, televizyon izlediğim; indirimden meyve sebze aldığım, favori yürüyüş parkurumu belirleyip haftada birkaç kez günbatımında yürüyüşe çıktığım yüzlerce farklı gezegen…

Şimdi saydım, 22 senede (evet 20’lerle yüzleşmede epey yol kat ettim) 14 ülke görmüşüm. Bunların hepsinde “yaşadım” diyebilir miyim? Hayır elbette. Bir yere gidince ünlü müzesine, klişe yerlerine giderim mutlaka; öyle çok da burnu havada hipster bir turist sayılmam. Artık bir yere seyahat edeceksem çok yer değiştirmektense geçireceğim zamanı uzatmak isteyişim bu yüzden biraz da; zaman kalsın da biraz “şehirde yaşayayım” diye. O yüzden bu yazı dizisinde yukarıda verdiğim gündelik örneklerin hepsini yaptığım, efendime söyleyeyim belli bir noktasına gökten bıraksanız yüksek olasılıkla yolumu bulacağım şehirlerle sınırlı tutmak istedim.

Biri New York, biri Hong Kong iken diğerinin Çorum olması kamera şakası mı diyeceksiniz 🙂 Bizim neslin hayatı bir şekilde büyük şehirlerden geçiyor, tam tersine hayatı boyunca Türkiye’nin küçük bir şehrinde yaşamak daha az insana nasip olacak gibi. O yüzden orayı anlatmak istedim, tabi şu dünyanın sahte merkezi olması ve çikolatalı leblebileriyle de yakaladığı bir popülarite yok değil 😉


İşte söz konusu iddia fotoğrafı. Her şey tamam da Coca Cola konusunda ısrar etmeseymişim iyiymiş.

Her şey bir iddiayla başladı… Böyle deyince epey havalı oluyor ama gerçekten de öyle. Ortaokuldayız, hayatımızda ilk kez geleceğimizi belirleyecek bir sınava hazırlanıyoruz, İngilizce dersinde New York’taki Times Meydanı’nın ışıl ışıl fotoğrafları kabak gibi duruyor böyle kitabımızın sayfalarında… Dertliyiz anlayacağınız, kafamız duman. Sıra arkadaşım güzide insan Mete ile bu fotoğrafın çekildiği ışıklı yerdeki insanlar şimdi ne eğleniyordur be, bizimkisi de hayat mı triplerine girdik. Derken derken bir iddiaya girer buldum kendimi, öyle sen kazandın ben kazandım değil de daha ziyade kendimle girip şahit atadığım bir iddaydı aslında. Üniversitenin ilk yazında ailemden bağımsız bir şekilde New York’a gidecek, aha da bu ışıklı meydanda mini eteğimi giyip Coca Cola’mı elime alıp fotoğraf çekecek, Mete’ye de fotoğrafı gönderecektim. Özentilik, n’aparsın…
Sene oldu 2014, üniversite birinci sınıf… Tabi aklımın derininde bir yere kazımışım ben bu sözü. Nasıl planladım nasıl gittim, bunlar bambaşkaa bir yazının konusu. Sonuç olarak ben kendimi şu an oda arkadaşım olan güzide insan Övgü ile Manhattan’da buldum.
New York’ta yaşadığım yer NYU’nun tam olarak şehrin kalbinde, Union Square’in karşısında bulunan; kapısında güvenliğinden piyano odasına her bir şeyi olan öğrenci yurduydu. Tüm bunlara rağmen NY standartlarına göre çok ama çok ucuzdu. Yurda yerleştiğimiz ilk gece Övgü kendini yorgunlukla yatağa bıraktı ama benim bir huyum vardır, yeni bir şehirde şöyle bir etrafı dolanmadan kafamı yastığa katiyen koyamam. Çıktım bir başıma Union Square Park’a gittim. Gecenin 12’si mi ne, onlarca siyahe abla ve abimiz etrafta kaykayla figürler yapıyor, paten kayıyor; kimisi etrafına bir çember toplamış break dans yapıyor. Kendi halinde merdivende oturan gruplar, hayatımda ilk kez açık havada yan yana satranç tahtalarını dizip sokak lambasının ışığında satranç oynadıklarını gördüğüm amcalar, teyzeler… “İşte bu!” dedim. Nasıl bir ruhu vardı bu şehrin?

“Gece 1’e mi geliyor? O zaman şurda iki jimnastik yapalım. “@Union Square Park

Kalktım oradan yerim yönüm olmadan şu an 14. Cadde olduğunu anladığım caddeye sapıp yürüdüm de yürüdüm. Saat geceyarısını geçmiş, sokakta bir sürü insan, kimisi koşturuyor sanki işe yetişir gibi kimileri şarkı söyleye söyleye geziyor; bir an apartman köşelerine çöken evsizlerin sayısı artınca gayri ihtiyari endişeleniyorsunuz ama hayır, evsiz abiler ablalar kendi örtülerinin üzerine iskambil kartına kadar koymuş da adeta bir habitat yaratmış kendine, umurlarında değilim. Uzun lafın kısası, sanki omuzlarımın üzerindeki havanın ağırlığı azalmış gibi dönüyorum odama. Macera 1-0 önde başlıyor.

 

Bu şehrin yabancıları, bu şehrin kurdu Kane ile bir arabaya doluşup New Jersey’e Kore yemeği yemeye giderken.

New York en çok turist çeken şehirlerden biri, evet. Ama o meşhur kozmopolit yapısını Brooklyn Köprüsü ve dinozor sergilerinin müdavimi turistlerden değil göçmenlerinden alıyor. Büyük bir azimle Wall Street’e kapak atmaya gelen beyaz yakalılardan ilhamın her türlüsüne susamış sanatçılara, her milletten öğrenciden New York’un taşı toprağı altındır diyen garsonuna… Ben de bir göçmendim, iki aylığına öğrenci olarak gitmiştim New York’a. Bir şehirde yaşamak aslında o şehirde hem mekan hem zaman hem de insan boyutlarında yeni bir hikaye yazmakmış kendine. O kadar şanslıymışım ki harika insanlarla tanıştım okulda. Kostüm giyip gece Central Park’a fotoğraf çekinmeye mi gitmedik, araba kiralayıp New Jersey’deki salaş Kore restoranına yemek yemeye mi… Sanırım New York’taki en güzel ikinci şey, bu şehri sevdiklerimle paylaşabilme şansıydı.                                                                                               Birinci şey mi? Gelecek 🙂

 

Sözlerde değinmediğim bir park da Bryant Park.

Farkında olmadan oluşturduğum en güzel ritüeller park ritüelleriydi herhalde. Öyle güzel parklar ve öyle güzel bir park kültürü var ki bu şehirde… Wholesome Foods’tan sıcak yemeklerimizi paket yapıp Central Park’taki göllerden birinin dibine çökerek müzik dinlemek, spor kıyafetleriyle yerlere yayılan ya da etrafta koşturan insanları görmek yorgunluğunu buharlaştırıyordu insanın. Çimene hiç çekinmeden boylu boyunca uzanmayı orada öğrendim sanırım. Yine de klasik yürüyüş yolum Central Park olmadı hiçbir zaman. New Jersey tarafına bakan Hudson Nehri boyunca uzanan yürüyüş yolu ve hemen devamındaki çok da popüler olmayan Riverside Park’tı benim mekanım. Central Park’ın aksine içinde kaybolmazdınız, derli toplu yürüyüş yolunun ve parkın sahil tarafında sporunu yapanlar, hemen yanındaki yeşillik alanda da çocuklu aileler ve piknik yapan gençler olurdu.

Burada toplu pilateslere, gecelere kadar süren film gösterimlerine giderdim.

Buranın sessizliğini sakinliğini daha çok sevmiştim ben, Central Park biraz daha ilhama, Riverside Park ise biraz daha derin nefese ihtiyaç olduğunda gidilesi yerlerdi.
Bir süre sonra yaşlı teyzelere bağlayıp geceleri de park gezer oldum. Gecelerimin favorileri görece daha küçük olan Washington Square ve Union Square Park’tı. Öyle bir kenara çöker sahne performansına taş çıkartan müzisyenleri, dansçıları izlerdim. New York’ta gece deyince bu kadar emekli şeyler gelmez belki aklınıza ama gittiğimde henüz 19 yaşında olduğuma dikkat çekemk isterim 🙂 Öyle şık rooftop barlarına gidemedik biz. Ama salaş bir eğlence hayatı benimsedik, arada bir arkadaş grubuyla kıyıda köşede kalan mekanlara gidince 21’den büyükler sorgusuz sualsiz beşer onar bira alıp gelirdi masaya. Arada bir de sağ olsun canım kuzenim bizim için marketten bira alır, dışarıda ortaokul çocuğu gibi heyecanla bekleyen biz biraları alıp Brooklyn Köprüsü’nün dibindeki Brooklyn Bridge Park’a çöküp güzelliğine kıyamadığımız gece ışıklarını izlerdik. New York her ne kadar canlı, ışıklı, hızlı, kıpır kıpır da olsa bir o kadar da zamanı durdurabildiğim bir yerdi.

 

Pek çoklarının daimi masaüstü fotoğrafım olarak bildiği bu meşhur kare Riverside Park’ta çekilmiştir efenim. Düşünün ne kadar huzur dolu, şirinlik abidesi bir park olduğunu artık.

Her ne kadar böyle içsel bir yolculuğum da olsa deneysel şeyler yapmaya da fırsat buldum New York’ta. Sinemaya gidip Purge 2 filmini dev salonu dolduran bir kalabalıkla izlemiştik mesela. Bu Amerikan milleti film izlerken tam benlik yahu, filmin en heyecanlı yerinde bütün salon çığlık atıp aktöre sövmeye başlıyor, komik yerlerinde senaryoyla dalga geçip kahkahaları basıyor. Adeta bir talk show izler gibi güle oynaya izledik filmi. Apollo Theater’da Yetenek Sizsiniz’in bir amatör versiyonunu bulmuştuk, (yeteneklerini sergileyen insanları alkışlarınla oyluyorsun) oradaki sunucunun zırtapozlukları da ömürlüktü gerçekten. Türkiye’de bile ev partisine ayda yılda bir giderim, New York’ta kazandığım en değerli insanlardan biri olan Khalil’in ev partisinde Asyalı transından Rambo görünümlü sarışın Amerikan’ına kadar her tipten insanla tanışma fırsatı buldum. Tüm bunlar gerçekten başka bir gezegene yumuşak düşüş yaptıran deneyimlerdi. Her ne kadar Trump Amerika’sı artık bambaşka yollar çizse de seçimler sonrası gösterilerden de anlayacağınız üzere New York; diliniz, dininiz, renginiz, ülkeniz, şehriniz, cinsiniz, gezegeniniz ne olursa olsun sizi sıcak bir gülümsemeyle karşılamak, tanımak, kendine aşık etmek istiyor.

 

Ayşegül Gökdelen Görüyor

Tabi her günüm partiyle geçmedi. Haftaiçleri sabah kendimizi koşar adım bir güruhla kırmızı metro hattına atıp okulun yolunu tutardık. NYU’dan aldığımız dersler Wall Street’e yakın, New York’un bir zamanlar en yüksek binası olmuş ve şimdi de Avrupai mimarisiyle göz dolduran Woolworth Building’deydi. Yoldan bir muffin, bir donut falan kapıp sınıfa atardık kendimizi. Öğleden sonra dersimiz varsa arkadaşlarla tüm Wall Street sakinleri gibi etrafa dağılmış hızlı, hazır yiyecek servis eden lokantalarda yemek yerdik. İnanmazsınız ama tam okulun yanındaki lokantada “ıspanaklı gözleme” “bulgur pilavı” etiketleri altında Türk yemeği keşfedince şok olup tezgahın arkasındaki abiye “Türk müsünüz???” diye sormuştum da adam sanki uzaylı muamalesi yapmışım gibi “Evet.” deyip gülmüştü suratıma. Neyse efendim, dersler… Dersler harikaydı ya. Hafif tripkolik hocamız Jo, Katolik lisesinden mezun Budist hocamız Barbara, öğrenciden farksız elebaşımız Kane… Dersler bitip de paydos oldu mu bazen arkadaşlarla bir şeyler yapsak da çoğu zaman ben bir başıma şehre dalardım.

Woolworth’cuğum

Wall Street’ta az mı vakit geçirdim? O broker abilerin ablaların öğle aralarında bardak bardak bira yudumladıkları Avrupa havası verilmiş dar sokaklar ile ucu görünmeyen camdan gökdelenler arasında ağzı açık ayran budalası gibi geziyordum. Her gittiğimde “böyle bir yerde çalışmak istiyorum işte!” derdim, hatırlıyorum. Tabi o zamanlar Wall Street nedir necidir bilmiyorum, sonradan anladım ki böyle şehrin içinde, böyle cıvıl cıvıl insanlarla dolu bir iş merkeziymiş kalbime esas giren 🙂 New York’un en eski yeri aslında Wall Street, yukarı çıktıkça gençleşen şehrin hipster Soho’suna, Nişantaşı kıvamlı Upper East Side’ına, kıyıda köşede kalmış cafesine, müzesine, çiçeğine, böceğine vurup bol bol fotoğraf çekerdim. Şehri bir uçtan öbür uca yürüdüğümü fark edince de inanamazdım biraz kendime. Bir şehri keşfetmenin en güzel yolu yürümek. Zaman, yine her şeyin ilacı 🙂

 

Know Your Rights birader, yoksa kimse sana bildirmez.

Tüm bunları şimdi tekrar bir gözden geçirdim de sanırım orada yaşarken en sevdiğim şey kanıma karışan özgürlüktü. Evet evet, o “birinci” şey işte. ÖZGÜRLÜK. Adeta su olup yüzünüze çarpan, polen olup etrafınızda uçuşan bir özgürlük. Kimsenin kimseye karıştığı ettiği yok. Eline bir pankart alıp en işlek caddenin orta yerinde koyu Katolik propogandası da yapabilirsin, üzerine sadece mor bir külot giyip elinde alışveriş poşetleriyle sokakta da yürüyebilirsin. (ikisi de hayal ürünü değildir) Belki yurtdışına uzun süreli ilk çıkışımdan olacak, belki de gerçekten buranın şeytan tüyü yüzünden; hayatımda hiç hissetmediğim kadar özgür hissettim New York’ta. Avrupa gibi düzenli, huzurlu, temiz değil; hatta artık dünyanın geri kalanı gibi aslında güvenli bir yer hiç değil. Ama bu şehrin büyüsüne sinmiş o özgürlük ruhu, eminim ki o stresli günlerin sonunda kravatını gevşeterek evine dönen insanların gökdelenlerinin tepesinden şöyle bir şehrin ışıklarına bakınca benim tesirinde kaldığım bir büyü ile onları da büyülüyordur.
Üzerine bir sürü anı biriktirmiş, hatta artık bazı noktalarını hayal meyal hatırlıyor olsam da o inanılmaz büyüyü hatırlıyorum işte. Sanırım orada geçirdiğim yaz uzunca bir süre daha hayatımın en güzel yazı olarak kalacak.

You Might Also Like

No Comments / Yorum Bulunmuyor

Leave a Reply / Yorum Yazın

Show Buttons
Hide Buttons