“Kadın fotoğrafçı olmak zor” derlerdi de inanmazdım.Zormuş gerçekten.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Fotoğraf Müzesi’ni gezmek için Fatih’e gittim.Başlamadan önce, gerçekten güzel bir müze, öğrenciler için yalnızca 1 TL ve içinde mevcut sergiler dışında dünya fotoğraf tarihini anlatan bir tarih şeridi de var.Amma ve lakin tecrübelerim sonucu taksi önermek yerine yine de içinden geçmenin şart olduğu, görmek ve yaşamak gerektiğini düşündüğüm sokakalrı mümkünse kalabalık bir arkadaş grubuyla geçin derim.
Çok fazla ayrıntıya girmeye gerek yok, öyle incilerimin döküldüğü bir durumla da karşılaşmadım ancak yine de sokaklarda tek bir kadın dahi görülmemesinin nedenini şimdi daha iyi anlamış durumdayım.Normalde nezaket gereği daha saygılı davranılması gereken bayanlar hak ettikleri saygıyı oralarda pek göremiyor ne yazık ki.İşin tuhafı, başımdan geçenleri anlattığım arkadaşlarımın “Kız başına niye gidiyorsun öyle sokaklara?” diye sormaları beni çok daha üzdü, sözde kınadıkları davranışları o sokaklardan geçen bir delikanlı olsalar kendilerine hak göreceklerdi demek ki.Tek başıma dolaşmak benim hadsizliğim, benim aptallığımdı, benim hadsizlik olarak gördüklerimse yalnızca kabullenilmişlik…Gelin görün ki sonra oturup düşününce feminist damarımı bastıran bir düşüncedir sardı, ben de oturdum yazmaya başladım.
Yine de içinden geçmek şart dedim ya, hala öyle düşünüyorum.Şanslıyız ki seçkin okullardan birinde, hatta bu durumda çok şükür ki şehirden uzak bir kampüste yaşıyoruz.Pek çoğumuzun uzak şehirlerde, hatta İstanbul’un içinde bile nasıl başka başka kültürlerin, başka başka hayatların yaşanıyor olduğundan haberi yok.Ama olması lazım, öyle beylik beylik “bu millet…” diye başlayan cümleleri seviyorsak aslında bir çırpıda ağza alınan o insanların nasıl hayatlar yaşadığını bilmek gerekiyor.
Aslında yadırgadığım, yabancıladığım için kendime kızıyorum ama elimde değil; başmbaşka, “film gibi” dediklerinden o unutulmuş sokaklar…Her yerden sırtında bir sepet, elinde bir yük arabasıyla üstü başı toz içinde genceceik delikanlılar, minik minik dükkanların önünde bir tabureye oturmuş kara kara düşünen yaşlı amcalar, güneşli bir günde nereden geldiği belirsiz su akıntılarından yukarı doğru bağıra çağıra koşan terlikli çocuklar…Yanınızdan geçip giden bazılarının konuştukları dilleri anlayamıyorsunuz, her ne kadar sonradan daha çok isteyeceğiniz bir durum olsa da insan yadırgıyor, 1940’larda çekilmiş bir film sahnesiymiş gibi…On kilometre ötede çocuk, annesinin elinden tutmuş konuşan robotlardan almaya giderken bu sokaklarda çocukların elindeki değnek parçalarını inanın yakından görmek gerekiyor.Başka bir zamanda, bizler kadar şanslı doğup gözlerindeki umutsuzluktan kurtulabilecek; ağzına alacak küfürden başka lakırdı öğrenebilecek gençleri yakından görmek gerekiyor.
Kız başıma niye öyle sokaklara gittiğimi söyleyenler inanın benim gibi ötesini düşünüp de böyle sağduyulu tavsiyelerde bulunmadılar bana, onlara kızgınlığım hala sürüyor.Ama artık “bu millet…” diye başlayan cümleler kurmadan önce bir kere daha düşünürüm sanırım.Kimi neyle suçladığımı, neye göre yargılayacağımı daha iyi seçmem gerek.
Öyle işte, şimdi anlattım ya, daha rahat içim.Olur da benim gibi yolunuz düşmezse oraya ben çekebildiğim birkaç fotoğrafı sizlerle paylaştım.Ama hala lafımın arkasındayım, içinden geçmek gerek.
Bengüsu
No Comments / Yorum Bulunmuyor