Son haftalarım öyle bir hız tutkusuna sahipti ki kaç yazılık notu biriktirdim bunu yazmak için ben bile unuttum. Sonuç olarak, bir güzel şeyin daha sonuna gelmiş olduk. Okul bitti, Manhattan sakini olma zamanı da bitti. Öte yandan kısa süre önce yolcu ettiğim Övgü ile de oda arkadaşlığı stajı yapmış ve iyisiyle kötüsüyle sınavı geçmiş olduk, en azından hatırlanacak o kadar çok anımız var ki herhalde odada asla sıkılmayız. Şimdi kalan iki haftamı klasik, tüm gün yayılma ve dizi izleyip kitap okuma şeklinde geçirebileceğim amcamların evine transfer edilmiş durumdayım. Ama aslına bakarsanız sözünü ettiğim hız başımı öyle döndürmüş olacak ki bu sakin son sanırım bana çok iyi geldi.
Daha fazla ilerlemeden yine birinci ve ikinci bölüm farkını belirteyim, bu defa biri olabildiğince kısa tutacağım çünkü madde madde açıklamam gereken çok fazla şey var.
BÖLÜM 1
Evet, son haftalara doğru buradaki arkadaşlarımızla gerçek birer arkadaş olmamızdan mütevellit aklıma daha duygusal şeyler geliyor hep. Onlarla geçirdiğim zamanlar, vedalaşmalarımız, mutlaka birbirimizi ziyaret edeceğimize dair verdiğimiz sözler… Galiba cidden buraların taşına toprağına karışıp bir hayat kurabilecek hale gelmiştik ki aslında bir demoda olduğumuz tekrar idrak ediverdik. Sonuç olarak bu şehir, bu okul ve tanıştığım bu insanlar bana bir sürü şey kattı. Öncelikle kendimle iddia içinde geldiğim, her adımını kendi başıma atmaya çalıştığım bir yolculuk sonunda aslında yine her şeyin toz pembe olmadığını görüp peşinde olduğum şeyin mutluluğu bulmak değil daima mutluluğu aramak olduğunu fark ettirdi bana. Bir sürü insan kazandım, dünyanın en cool öğretmeni Oscar’ının sahibini, çılgın Latinoları, kalıba sığamayacak karakterleri, her türden Asyalıyı ve elbette biricik artistam ünvanını kazanan br başka çılgın Asyalıyı… Sanırım ne kadar zaman, emek ve para harcadığınızın öneminin kaybolduğu boyut tam da bu oluyor, bir başka MasterCard reklamı için biçilmiş kaftan. Bu şehri tanıdım; bu şehirde boş vaktim olacak ve boş vaktimde sıradan şeyler yapacak kadar, yolu kısaltmayı ve hangi zaman nerenin daha güzel olduğunu bilecek kadar, kısacası geriye dönüp baktığımda yüzümü gülümsetecek kadar biliyorum bu şehri artık. Öğrendiklerim, ilham aldığım ve umarım ilham verdiğim onca şey, bir insanla iki dakikalık konuşmanızdan tutun müzede gördüğünüz ender bir şahesere kadar etrafınızdaki her şeyden size akan enerji ve kapıldığınız mayhoş baş dönmesi… Sanırım valizime koyup götüreceğim onca yeni kıyafet, eşya, hatıra ve insandan çok daha ağır bir şey var ki o da değişiklikler olacak.
BÖLÜM 2
American Museum of Natural History, galiba benim favorim. Doğayla ilgili aklınıza gelebilecek her şey, ilk insan iskeletlerinden tutun göktaşlarına kadar; az bulunur safirlerden tutun minik Amazon ormanlarına kadar ve elbette meşhur dinozor iskeleti sergileriyle gerçekten çocukların dahi sıkılmadan gezebildiği ender bir müze. Müzeye girişte bir “suggested price” yazıyor ama bunu vermek zorunda değilsiniz, isterseniz 1 dolar verip geçin. Ama bu sadece öğrenciler veya Amerikan vatandaşları için geçerli olabilir çünkü biz NYU kimliklerimizi göstermiştik. Eğer suggested price ödemek zorunda kalırsanız dahi her kuruşuna değiyor. Aşırı büyük bu müzede hazırladığım saçma bir videoya da zamanınız kalırsa Youtube’dan “American Museum of Natural History Rocks”a tıklayıp Bengusu tarafından gönderilen videoyu izleyebilirsiniz 😀 Ayrıca rehber turunda bakıp geçeceğiniz bazı şeyler hakkında ayrıntılar öğreniyorsunuz, bence saatini yakalyıp rehber turuna da katılın mutlaka.
Metropolitan Museum, nam-ı diğer Met, tam anlamıyla birkaç bloktan oluşan devasa bir kasaba-müze. İçinde aklınıza gelebilecek her şey olduğundan nasıl sınıflandırsam bilemedim. Benim en hoşuma gidenler gerçekten eşsiz tablo koleksiyonları (sonunda çok renkli bir Monet tablosu gördüm ) Mısır sergisi, bütün Mısır’ı getirseydiniz dedirten Dendur Tapınağı ve yıllardır kitaplarda okuduğum Emevilerin, Abbasilerin ilk kez eserlerini bir müzede görebildiğim İslam bölümü oldu. Ama gerçekten ayırmak çok zor birini diğerinden. Defalarca gidilebilecek bir müze, fiyat politikası Natural History ile aynı. Dışarıdaki merdivenlerinde bir fotoğraf çektirmeyi unutmayın, mümkünse çıkışı beklemeyin.
Jewish Museum aşırı ünlü olmasa da Yahudi halkı hakkında gerçekten çok az olan bilgi dağarcığımı epey geliştirmeme, onlar hakkında gerçekten çok güzel bir tarihi perspektif kazanmama yardımcı oldu. Yıllardır bir yere ait olmadan,ne yazık ki adeta sığıntı gibi yaşayıp yine de bu kadar güçlü, bu kadar varlıklı, prestijli adamlar yetiştirmiş ve bu kadar kültürlerine sahip çıkmış bir millet olarak kalmaları beni çok etkiledi doğrusu. Önyargılardan sıyrılmak için güzel bir fırsat. Rehber turu yalnızca geçici sergiler için, son derece sıkıcı olma olasılığı yüksek bence, direk kalıcı sergiler bölümüne geçin.
Whitney Museum of American Art, biz gittiğimizde gerçekten çok ilginç ve güzel bir sergiye ev sahipliği yapan bir modern sanat müzesi. Değişen sergilere ev sahipliği yaptığı için yorum yapmak şimdiden güç ama çok popüler ve itibarlı bir müze olduğu için güzel bir sergiyle karşılaşma olasılığınız yüksek sayılır. Yani, modern sanattan beklendiği üzere bazen bir kat dolusu elektrikli süpürgeye bakıp kafa sallayan insanlara anlama veremeyebiliyorsunuz ama bazen başka katlarda gerçekten masterpiece işler görebiliyorsunuz, zamanınız varsa sanatçıyı önceden araştırıp gidebilirsiniz derim.
Modern Museum of Art, nam-ı diğer MoMA, Picasso dendiğinde aklıma gelen neredeyse tüm resimlerin sergilendiği, Salvador Dali’nin meşhur Eriyen Saatler tablosunun aslında bir ilkokul müzik defteri boyutunda olduğunu görüp şok olduğum, oldukça hoş da bir bahçesi olan zengin bir sanat müzesi. Modern sanat dendiğinde akla gelenin aksine daha klasik tarzda tablolar da barındırıyor, Van Gogh’un aşık olduğum Starry Night tablosuna ev sahipliği yapan müzenin Gift Shop’una da bir saat kadar vakit ayırabilirsiniz. Oturup karıştırmanın serbest olduğu mükemmel kitaplar var. (Müzenin karşısındaki değil içindeki gift shop’a gitmenizi tavsiye ederim.)
New York Historical Soceity, şehrin geçmişine ait pek çok orijinal eser barındıran, ayrıca Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve İç Savaşı gibi çok aşina olmadığımız tarihi olaylar hakkındaki sergiler sayesinde Çanakkale Savaşı dışında da kanlı ve zorlu mücadeleler olduğunu hatırlamak için güzel bir yer. Müze turuna internetten bakıp katılmaya çalışırsanız güzel olur, ilginç ayrıntılarla dolu bir tur sizi bekliyor.
9/11 Memorial, günden önce ayın yazıldığını bilmediğim zamanlarda 911 acille ilgili olduğunu sandığım 11 Eylül anıt havuz ve mezarları… Aslında şimdi düşününce bile tüylerim diken diken oldu. Gerçekten hayatımda gittiğim en etkileyici müzelerden biriydi. Öncelikle anıt olarak yapılmış devasa iki siyah havuz, nereye gittiğini görmediğiniz katmandan aşağı akan su, aynı anda o kasvet ve sonsuzluk daha etkileyici nasıl yapılabilirmiş bilmiyorum. Müzenin içi ise bambaşka, Robert De Niro sesiyle dinleyeceğiniz tur rehberi size o gün ve öncesiyle ilgili pek çok bilgi veriyor. En yıkıcı olan kısım ise o günden kalan eşyaların, video ve fotoğrafların, hele hele uçaktayken son dakikalarını yaşadıklarının farkında bile olmayan masum insanların telefon mesajı kayıtları… Öte yandan uçakların kara kutularında bu vahşeti yaşatmadan birkaç saniye önce teröristlerin “Allah is greatest” demesi bana bile istemsiz olarak bir nefret aşıladı, İslamofobi ne kadar saçma diye artık sorgulamayacağım sanırım. Amerika bilerek mi yaptı iddialarını da akla getiriyor bu son söylediğim elbette ama… bir insanoğlunun bunu bırakın düşmanını kendi insanına yapabilmesi bile hayal ve mantık dünyama sığamadı o anda. (Tur rehberini akıllı telefona indirmek ücretsiz, kulaklık da getirirseniz süper olur.)
Empire State, tam olarak New York’u anlatmak için kullanacağım eşsiz bir sembol. Ama öyle en büyük, en görkemli bina diye falan değil. Mükemmel bir manzara, hele hele gece ender görülecek bir ışıklar denizi, dünya üzerindeki en nefes kesici şehir belki de, buraya kadar güzel; ama bunların hepsi bir anlığına korkuluklarda kendinize minik bir yer bulabilirseniz oluyor, o kadar kalabalık, o kadar uzun sıralar bekleniyor, o kadar herkes birbirinin üzerindeymiş gibi bir ortam ki… Sonuç olarak New York da tam olarak böyle, evet güzel bir şehir ama insanı o kadar yoruyor ki… Konumuza geri dönelim, ekstra ücret vererek 86. Kattan daha yukarıda (20 kat kadardı) bir başka bölüme çıkabilirsiniz, orada daha az kalabalık varmıştır diye düşünerek aslında değermiş diyorum ben şimdi. Bir de ne zaman görmek istiyorsanız o saatten 2-3 saat erken sıraya girin, zira biz gün batımı hedefleyip akşamın dokuzunda ancak çıkabildik 😀 Ayrıca sanırım son giriş gece 12 gibiydi, epey zaman var yani gitmek için. En azından asansörde “86” yazısını görmek için bile bir gününüzü ayırın derim 😀
Brooklyn Botanic Garden, peri masalından kopmuş gelmiş kocaman bir bahçe. Brooklyn Museum’un hemen yanında ve eğer yeterli zamanınız varsa müzeyi ve bahçeyi aynı günde indirimli gezebildiğiniz art and garden biletiyle çok daha ucuza gezebileceğiniz bir yer. İçinde öne çıkanlar bir Japon Martial Arts okulunu andıran Japon Bahçesi, hayatımda ilk kez gördüğüm ve aşık olduğum gerçek ağaçlardan daha güzel Bonzai’ler ve birbirinden güzel renklere sahip nilüferlerle kaplı havuzlardı sanırım. Bahçe kocaman olduğu ve biz de daha müzeye gideceğimiz için her tarafını gezemedim ama size sözünü ettiğim yerlere mutlaka gidin derim, zaten bu saydıklarım bir yol üzerinde dizilmiş vaziyette. Şehirde taze bir nefes için gerçekten eşsiz bir fırsat.
Brooklyn Museum, şehrin en büyük ve en güzel hazırlanmış müzelerinden biri. Modern sanattan klasik eserlere kadar geniş bir yelpazesi olan müzeye şansınız varsa ayın ilk Cumartesi günü gidin. Bu günlerde müze gece on bire kadar açık ve aynı zamanda farklı türlerde müzik, yeme-içme ve moda etkinliklerinin de olduğu harika bir partiye davetli oluyorsunuz. Müzede biz gittiğimizde Ai Weiwei sergisi vardı ki gerçekten gördüğüm en başarılı modern sanat sergilerinden biriydi. Klasik sergilerinde ise yine Avrupa’dan İslam uygarlıklarına kadar tüm gününüzü dolduracak binlerce eser görüyorsunuz. Target First Saturday’i mutlaka yakalamaya çalışın derim.
Sony Wonder Technology Lab, mutlaka birden fazla kişiyle gitmenizi önereceğim hoş bir çocukluk molası. Sony çeşitli oyuncaklar ve uygulamalarla donattığı uzay üssü havalı bir müzeyi halka ücretsiz olarak açmış! Ben gittiğimde haftaiçiydi ve kapanmasına bir saat vardı, bazı giriş saatleri var 15.00, 15.15 falan gibi. Bir de adam bana dedi ki “önceden bilet aldınız mı?” Bu da demek oluyor ki bazen gittiğiniz gün giremeyebilirsiniz. Ama bu bence okul grupları kalabalık kalabalık gittiği için, siz direk gidin azıcık bekleyip girersiniz. Ne diyordum? Girince kendinize önce bir tür üyelik yaratıyorsunuz ki içerideki oyuncaklarda bilgisayar sizi tanısın ve hatta bazen paylaşmanıza imkan sağlasın. Biraz çocuk işi tabi, öyle aşırı Sony harikası şeyler beklemeyin. Ama birden fazla kişi gidip tıpkı bir haber spikeri ve kameraman gibi davranabileceğiniz mükemmel hazıranmış bir haber stüdyosu var! Hele hele bir çocukla giderseniz burada birkaç saat zamanın nasıl geçtiğini bile anlamazsınız.
Central Park Zoo, Central Park’ın içinde, bir saatinizi bile almadan gezebileceğiniz, çok atraksiyonu olmayan bir ortam. Daha önce bir sürü hayvanat bahçesine gitmeme rağmen hiç kutup ayısı ve penguen görmemiştim, onlar için gittim. Çok değişik hayvanlar vardı ama… O kadar kalabalıktı, hele hele o penguenlerin bölümünde insanlar öylesine çıldırmıştı ki her saniye flaşlar patlıyor, millet gözü dönmüş gibi camlara vuruyordu. Dünyanın en turistik yerlerinden birine hayvanat bahçesi kurunca böyle oluyor ne yazık ki, ben de görmeye gittim tabi ben de sütten çıkma ak kaşık değilim ama o hayvanları o kadar rahatsız etme fikri… Artık hayvanat bahçelerine destek verecek argümanlarımın hepsini yitirdim galiba. Sonuç olarak isterseniz gidin, kutup ayıları ne yazık ki artık yaşamıyor ama insanlar yine de gelsin diye içeride söylüyorlar. Zamanınız yoksa bir şey kaybetmezsiniz.
Statue of Liberty, yapmış olmak için yaptığım etkinliklerden biri. Şahsen o kadar gereksiz buldum ki hem gitmeden önce hem gittikten sonra. Normalde göründüğünden daha tıknazca bir heykel, hakkında öğrenmediğiniz bazı şeyleri öğreniyorsunuz tabi ama bunların hepsi Vikipedi’de de yazıyor. Bir de ikonik fotoğraf çektiriyorsunuz. Ama yine de bu geziye çıkmamın sebebi hem klişeyi yerine getirmek hem de iyi ki gitmişim dediğim Ellis Adası’na geçmekti. Genelde ikisine ortak biletle gidiyorsunuz, sizi önce Statue of Liberty’ye bırakıyorlar. Sonra siz istediğiniz saatte sıraya girip Ellis’e, Ellis’ten de istediğiniz saatte sıraya girip Manhattan’a geçiyorsunuz (Sonuncuyu kaçırmadığınız sürece) Ellis Adası ise New York’u New York yapan, zamanında başka ülkelerden gelen göçmenlerin kontrol ve kayıt edildiği ada. Bugün ise New York’un geçmişinden tutun nerelerden kimler nasıl ve neden gelmişe kadar her türlü sorunun cevabını alabileceğiniz, adanın tarihinden fotoğraflarla süslenmiş harika bir müze. City Pass’a dahil olduğu için kolayca beklemeden geçiyorsunuz aksi takdirde bilet alma ve binme işlemi için yarım saat sıra bekleniyor.
City Museum of New York, hatrımda çok yer edinmese de sağında solundaki müzelere gitmişken bir göz atılabilecek yerlerden biri. İçinde daha çok geçici sergiler olduğundan çok ikonik şeyler barındırdığını söyleyemem ama galiba her çeyrek geçe ve kalalarda başlatılan bir New York filmi var. Bu şehir nasıl kuruldu ve günümüze nasıl geldi, anlatılıyor. Film gerçekten güzeldi, New York tarihi hakkındaki sergiler de hoşuma gitti, şanslıydım ki geçici sergi de graffiti ile ilgiliydi ve çok hoşuma gitti. Zamanınız varsa gidilebilir bence.
Museum of Sex, bildiğiniz seks müzesi. Hayatımda gittiğim en absürd müze gerçekten. Ben normalde açık fikirli olduğumu ve seksin de medyada, günlük hayatta bir obje olarak kullanılmasının son derece doğal olduğunu düşünür-düm. Bu kadar abartılı örnekleriyle karşılaşınca benim bile midem kalktı ne yazık ki 😀 Yine de gidilmeye değer, hayvanların seksüel hayatıyla ilgili bölüm çok ilginç, insanlara ne kadar benzediklerini ve çeşitli maketleri görmek akıllara zarar. İnsanlarla ilgili olan bazı bölümler gerçekten çok ama çok çirkin ama bazı yerlerde de gülmekten gözünüzden yaş gelebilir, utanıp sıkılacağınız birileriyle gitmeyin kesinlikle.
Financial Museum, tam da mekanı Wall Street’e yaraşır şekilde para ve ekonomiyle ilgili bir müze. İçinde o kadar ilginç parçalar var ki mutlaka gitmelisiniz. Amerika’nın ekonomik tarihinden tutun her saniye milli gelirlerinin artışını gösteren ekrana; eski paralardan tutun milyon dolarlık değere sahip pırlanta ve gümüşten yapılan Monopoly setine kadar. Rehberli turları çok iyi, onu mutlaka yakalamaya çalışın derim. Wall Street belki de benim gökdelenlere karşı anlamsız bir sevgim olması yüzünden çok hoşlandığım ve fotoğraflamayı çok sevdiğim bir mekandı. Aynı zamanda New York’un en eski daha doğrusu ilk yerleşim yeri olduğu için bazen sokakalrdan fışkıran tarihi evler sizi ayrı bir yolculuğa çıkarıyor. Wall Street sokaklarında gezmeli, kendiniz keşfetmeli ve tabi ki de bu müzeye mutlaka uğramalısınız !
American Indian Museum, yine Wall Street bitiminde, meşhur Charging Bull heykelinden aşağı on yirmi metre kadar inince göreceğiniz kocaman, harika bir binanın içinde. American Indian’larla ilgili hem Met hem de Natural History’de epey bir şey vardı o yüzden bu sergiler artık sıkmaya başlamıştı beni. Ama bu ilk gittiğimdi ve adamların önce gelip kandırıp ya da çalıp çırpıp en olmadı öldürüp aldıkları topraklarda bir de bu insanlar hakkında müze yapmaları çok kanıma dokunmuştu. Ama müze gerçekten güzel hazırlanmış, ayrıca ücretsiz ve öğrendiğiniz şeyler “fetih” olayının çok da insanlık dışı olmadığını, bizzat her milletin tarihinde olan insana ait açlık ve kazanma güdüleriyle ortaya çıktığını göstermiş oluyor. Yağmur duası ve Red Kit’ten daha fazlasını öğrenmek için tüm yazılı bilgi bölümlerini okuyarak gezmenizi öneririm.
General Grant Memorial, Upper West’in Harlem’le buluştuğu bir yerde güzel hazırlanmış bir anıtkabir. Aslına bakarsanız öyle çok görkemli ve oraya kadar gidiliecek bir spesifikliği yok ama Upper West’in tav olduğum huzurlu yaşamını sergileyen hoş bir yer burası. Sahile paralel uzanan, fotoğraf çekimleri ve huzurlu aile dolaşmaları için eşsiz Riverside Park’ın havasını taşıyan uzun ağaçlar ve banklar özellikle gün batımında eşsiz oluyor. Ayrıca etrafından çok az araba geçiyor ve sessizce güzel binaları, kiliseleri izleyebiliyorsunuz. Manhattan’da olup olmadığınızı sorgulamanıza yol açacak bu huzurlu taraflarda yürüyüş yaparak zamanınızın bir bölümünü geçirebilirsiniz.
United Nations binasının New York’ta olduğunu buraya gelince öğrendiğim için çok cahil sayılır mıyım bilmiyorum. Bence eğer milletlerarası bir topluluk ise bina uzayda falan olmalı. Sonuç olarak çok görkemli olmasa da gittim gördüm denecek bir binaları var. Eğer isterseniz önceden ayırtıp içinde tura çıkabiliyormuşsunuz. Benim zamanım kalmadı ama bir-iki haftanız varsa internetten ayarlayabilirsiniz. Ya da şöyle bir önünden geçip bayrakların önünde fotoğraf çekinmek de yeterli olacaktır.
**
Yeme içme konusunda tavsiyelerim orta düzeyde ne yazık ki. Çünkü bazen önüme gelene daldım ve beğensem de beğenmesem de ismini kaydetmeyi akıl edemedim. Ama emin olun yeme içme konusu en az tavsiyeye ihtiyaç olan noktalardan, karşınıza çıkacak pek çok güzel seçenek var.
Öncelikle bölgelerle başlarsak, yemek diyince akla ilk gelen yer sanırım Hell’s Kitchen, isminden de anlaşıldığı üzere. Buradaki yerler genelde ortalama üstünde ama hepsi çok güzel göründüğü için denemek mümkün olmadı. Bir tane Brezilya görmüştüm, keşke deneseydim çünkü Brezilya mutfağına başka bir yerde rastlamamıştım. Oralarda bir İtalyan ve Thai restoranı denedik, Thai olanı Yelp’ten uzun uzun arasam da ismini bulamadım ne yazık ki. Yalnızca 17 dolara çorba, salata, başlangıç, ana yemek ve tatlı yiyebildiğimiz efsane ucuz ve lezzetli bir mekandı. İtalyan olan klasikti ve hoştu, onu belirtmeye gerek duymadım. Hell’s Kitchen Times Square’e de oldukça yakın, o karmaşadan kurtulup sakin bir yemek için ideal.
Little Italy, Chinatown zaten isimlerinden anlaşıldığı gibi ama en iyi Chinese ve Italian burada mı ve nerede, o hala tartışılıyor. Ayrıca örneğin East Village’te bir sokak boyu Indian’ların olması gibi çeşitli kümelenmeler de sözkonusu ama bunları kişi kendi keşfedince daha güzel oluyor.
Mekan mekan tavsiye edersem dee öncelikle tam benim geldiğim temmuz-ağustos aylarında üç hafta kadar New York Restaurant Week vardı ki bu da New York’un en meşhur, klasik bir tabaklarına ortalama 30-40 dolar ödediğiniz 300 kadar restoranını öğle yemeğinde 25, akşam yemeğinde 38 dolarlık fiks bir menü ile deneme fırsatı demek oluyor. Bu vesileyle denediklerim: Lübnanlı İlili ki labne peynirinin buradan geldiğini hiç düşünmemiştim, enfesti; Dovetail ki bir sürü ödül ve yıldızları olsa da tabağa bir avuç yemek koyan burnu havada restoranlardan olduğu için tavsiye etmiyorum hiç; Riverpark ki hem tasarımıyla hem de tatlılarıyla baş tacı bir mekan; Smoke Jazz Club ki hem tıka basa doyabileceğiniz hem de akşam yemeğinde süper müzik dinleyebileceğiniz bir yer. Bu yerlere kesinlikle birkaç gün önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Bunun için OpenTable sitesini kullanabilirsiniz. İnternette tüm seçenekleri de görebilirsiniz. Red Rooster ve Butter’ı da duymuştum ama denemeye vaktim olmamıştı ne yazık ki :/ Red Rooeter’ın şefi Obama da dahil Beyaz Saray’a hizmet etmiş ünlü bir şef.
Kuzenim Upper West’te yaşadığı için onunla oralarda güzel yerler keşfettik. Kahvaltı için kesinlikle Good Enought to Eat, meyve aromalı tereyağları ve enfes omletleri var. Diğer öğünler içinse İtalyan Piccolo atmosferi ve İtalyan garsonlarıyla gönlümü çaldı, yemekleri zaten harikaydı. Japon yemeği hastası olmayan biri olarak beni Japon yemeğine alıştıran Tanzan ise buradaki favorimiz kesinlikle. Harika öğle yemeği fiks menüsü, noodle’ları ve red bean ice cream’leri ile gönlümü fethetmiş durumdalar.
Aklımdayken söyleyeyim, zincir şeklinde karın doyurma mekanlarını da bilmek gerek. Bunlar hem ucuz hem de her yerdeler. Dediğim gibi Whole Foods’ta hem her türlü paket gıda ürünü hem de açık büfe sıcak yemek ve salata bulmak mümkün. Bunun dışında Au Bon Pain epey yaygın ve güzel çorba, sandviç, bakery ürünleri var. Mocha’ları da harika. Pret A Manger da sağlıklı yiyecekler ve atıştırmalıklar bulabileceğiniz bir mekan. Ama bunları bir yana bırakın CVS veya Duane Reade gibi klasik marketlerde bile suşiden tutun patates salatasına kadar her türlü yiyecek bulma imkanınız var, başınız ve cüzdanınız sıkışırsa diye.
Nerede kalmıştık ? East Village da benim için yemek cenneti gerçekten. Burada denediğimiz Indian çok hoşuma gitmese de Indian’a ikinci bir şans vereceğim. Ama buradaki Japon restoranlarının epey güzel olduğunu söyleyebilirim, iki tane denemiştim. Ayrıca civardaki “hookah” yani nargile cafe’ler de epey popüler. Ben Cloister isimli bir mekana gitmiştim, bahçesiyle klasik bir Kadıköy mekanı gibi. New York’a gelmişken hookah keyfi yapmadan dönmeyin bence. East Village’e yolunuz düşerse aynı zamanda canayakın Türk garsonu Ufuk ile tanışabileceğiniz İtalyan Gnocco’yu ve hem sunumu hem de lezzetiyle tam puan alan Spot Desserts Bar’a gitmek de harika seçenekler arasında. Ya bir de adını unuttuğum tekel bayi gibi bir yerde çikolatalı gazoz içmiştim; bildiğiniz gazoz, çikolata sosu ve sütü karıştırıp yapıyorlar. Vallahi hatırlamıyorum ama önünde tuhaf ve kocaman bir sihirbazlı oyuncak gördüğünüz dükkanda deneyebilirsiniz 😀
Hamburger deyince Shake&Shack, pizza deyince Lombardi’s en iyisi diye duydum.Shake&Shack güzeldi tabi ama buradaki ilginç tatlıları benim daha çok hoşuma gitti. Burger adına Five Napkin’i de tavsiye edebilirim. Lombardi’s gittiğimde hep dolu olduğu için denemeye fırsat bulamadım ama pizza… Ne kadar kötü olabilir? Onun yerine ikinci en meşhur adrese, Brooklyn’deki Grimaldi’s’e gittim. Yalnız, aslında gerçek Grimaldi’s şu anki isme sahip olan yer değil onun hemen yanındaki Juliana’s. Zamanında dükkanı devretmek zorunda kalan Grimaldi amca bir şirkete ismi satmış, durumu toparlayınca şirket ismi geri vermemiş, bu da gitmiş hemen onlara inat yanıbaşlarına karısının adıyla dükkan açmış. Şimdi ikisinin önü de kuyruk. Ben Juliana’s denedim, biraz pahalıydı ama enfesti. Ayrıca small boyu bile en az iki adamı besler boyutta. Eminim Grimaldi’s de iyidir, sonuç olarak pizza… Ne kadar kötü olabilir 😀
Gelelim benim aşklarıma, bakery’ler… New York’ta yaz sıcağında soğuk kahve ve milkshake gibisi yok öncelikle, Starbucks’tan Dunkin Donuts’a kadar her yerlerden güzel soğuk içecek ürünleri aferin almış bulunuyor. Ama yine de enfes bir tatlı gibisi yok. Ayak üstünde yiyebileceğiniz ya da paket yapıp götürebileceğiniz lezzetlerin başında Magnolia Bakery geliyor, gerçekten çok güzel ürünleri var ama muzlu pudingleri hayal dünyasından çıkmış gibi. Bir başka adres de Chelsea Market, burada zaten vitriniyle sizi oltaya takıveren birkaç bakery, cupcake konusunda iyi iş çıkarmış durumda. Cupcake’te favorimin Williamsburg’deki NY Cupcakes olduğunu söylemiştim zaten ama Two Little Red Hens de Upper East’te iddialı bir tat bırakmıştı damağımda. Marx Brener’a da buradan değineyim, öncelikle burası gerçekten ama gerçekten bir çikolata cenneti. İki kez sabah kahvaltıya gittim, ilkinde aldığım çikolatalı pizza harikaydı, yumurta ve omlet tabaklarını da enfes çikolata sosu ve birkaç meyveyle getirerek tuzlu ve tatlıyı birleştirmek gibi harika bir sunuma sahipler. Ama buradaki çikolatalı kurabiye… Ona gerçekten söylenecek söz bulmak zor, yazarken bile canım çekti. New York’a ilk geldiğimdeyse nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde her gün cheesecake’e çıkıyordu yolum. Hatta öyle bir hale geldim ki artık uzun bir süre yiyemeyeceğim herhalde, düşünün 😀 Cheesecake genelde güzel elbette ama Eileen’s bu konuda gerçekten masterpiece denecek tarifi yakalamış durumda. Gönül isterdi hepsini deneseydim ama buradaki minik cheesecake’lerden en az iki tanesini denemelisiniz, farklı olanları seçmekte yarar var çünkü emin olun seveceksiniz.
Müzik ve yemeği birleştirmek benim bayıldığım bir şey, çünkü ikisini de yaparken kendimden geçebiliyorum bazen 😀 New York’ta pek çok open microphone gecesi var, ben bir türlü denk getirmedim ama bir tane yakalamanızı öneririm. Bunun dışında Blue Note Jazz Club belki sadece New York’un değil tüm Amerika’nın en ünlü jazz kulübü ve gerçekten hem müzik hem de yemekler enfes. Müzikli mekan olduğu için masanızı başkalarıyla paylaşmak zorunda kalabiliyorsunuz ki biraz rahatsız edici. Ama sizi kimse anlamayacağı için rahat olabilirsiniz 😀 Müzik için ekstra ücret kesilen bu mekana önceden rezervasyon yaptırmalısınız. Buranın civarında ise Groove, Cafe Wha yine ünlü mekanlar. Farklı bir konsept olarak ise burada bir Küba restoranı denemiştim, güzeldi fakat ismini hatırlamıyorum. Cafe Reggio… Pek çok filme ev sahipliği yapmış ve New York’a cappucinoyu getirmiş bu cafede hala 1900 başlarından kalma kahve makinesini görebilirsiniz. Buralardan bir başka favorim de Cafe Dante, oldukça uygun menüsü ve şirin mekanıyla kalplerimizı ısıtmış, çorba-salata ikilisiyle ev hasretimizi gidermiştir kendileri.
Yiyecek içecek faslından çıkmadan önce Chelsea Market’in de yalnızca bakery’lerden ibaret olmadığını eklemeden geçmeyeyim. Örneğin İtalyan arkadaşımın Manhattan’ın en güzel ve has makarnasını bulabilirsiniz dediği yer buradaki Giovanni Rana’dır. Azıcık pahalı bir restoran olsa da gerçekten lezzetlidir ve garsonları acaip tatlı insanlardır. Ayrıca Chelsea Market’te ucuza ıstakoz yemeniz de mümkün ama oturacak yer bulmak biraz zaman alabiliyor, öte yandan hayvan adeta canlıymışçasına tabağınızda ama bunu pek takacağınızı zannetmiyorum 😀
Eveet, bir gezi yazısını daha kuzucuklarla masal saatine çevirdiğime göre artık dur demenin zamanı gelmiş demektir. Daha düşük bir tempoda olsa da maceram süreceği için son bir yazı daha yazacağım. Bu yazıda şimdiye dek tavsiye ettiğim mekanların yerleşimlerini, belirtmek gerektiği kadarıyla ücretlerini ve saatlerini de yazıp birkaç tane tavsiye rota çizmeye çalışacağım. Onun dışında da yine kendi deneyimlerime dayanarak yapmadan dönmeyin diyebileceğim yerleri ve bazı alışveriş noktalarını da eklemeye çalışacağım. O zamana kadar hepimize iyi tatiller, güneşli günler…
Bengüsu
No Comments / Yorum Bulunmuyor