Travel

Rüzgar Gibi Geçti : Hong Kong Exchange Macerası

Bu hayatta ‘zaman dilimleri’ ile ilgili şu üç söz su götürmez, üstüne başka söz söylenmez doğrulukta bulurum:
1: “Ah, öğrencilik yılları, en güzel zamanlarımızdı.”
2: “Sen bebekken çok tatlıydın ya. Şimdi de tatlısın. Ama o zaman böyle, daha bir tatlıydın.”
3: “Exchange’e mi gideceksin? 4 ay o kadar çabuk geçecek ki, bittiğine inanamayacaksın.”

İşte öyle rüzgar gibi geçti gitti her şey, ne ara “müsait bir yerde inebilir miyim?” demişim hatırlamıyorum. Semisonic’in dillere pelesenk şarkısı Closing Time der ki “Every new beginning comes from some other beginning’s end.” Ben de buna inanarak exchange döneminin bitmesini olgun bir tavırla, bakalım sıradaki maceramız ne olacak diyerek geçirmeye çalışıyorum. Aslına bakarsanız şanslıyım ki kendimi böyle düşünmek için çok da zorlamıyorum.

Exchange’de neler öğrendim ?

Exchange öyle bir zaman dilimi ki her günümü yeni bir deneyim peşinde geçirmek alışkanlık yaptı, bir süre sonra bunun için yabancı bir ülkede olmak zorunda olmadığımı öğrendim, yaşam biçimim kendiliğinden “anı yaşa” moduna evrildi. Bunun hayır mı şer mi getireceğini ileride, ben anı yaşamaya gayret ederken göreceğiz.
Elle tutulur, gözle görülür değişmeler de oldu tabi. Mesela Asya kültürünün bize Avrupa’dan daha yakın olduğunu gördüm. Onlarda da aile bağları her şeyden önce geliyor. Düğün gelenekleri deseniz düğün günü damada yapılan oyunlara kadar benzer. Çin kültüründe de bayramlarda küçüklere, çalışmayanlara harçlık verme alışkanlığı var mesela. Ve hatta bilmiyorum bunun kültürel veya tarihi kaynağı nereye dayanır ama alaturka tuvalet tipini ben henüz dünyada bir bizim ülkede bir de Çin’de ve Japonya’da gördüm henüz. Keza Japonların otelinden tutun bazı restoranlarına kadar ayakkabıları kapıda çıkarttırmaları da bence dikkate değer. Elbette farkımız da çok, bir kere dinlerin alakası yok, mutfak desen annemlere “yaa hazır ben Asya’dayken gelsenize buralara” demeye cesaret edemeyceğim kadar zorlayabilir pek çoğumuzu. Ama yine de bana öyle geliyor ki aslında daha yakın hissettiğimiz veya daha yakından tanımaya uğraştığımız kültürler yerine gözümüzü biraz Asya’ya çevirsek, oralara karşı indirsek yelkenleri, kulak kabartsak biraz hiç de hayalkırıklığına uğramayacağız.

thailand black temple

Sokak sanatçıların bile bir başkaydı güzel Asya. Ölen arkadaşının anısını yaşatmak için onun bestelerini çalan, çoluk çocuk beraber güzel şarkılar seslendiren gitarcı amca sana da selam olsun

Exchange’i exchange yapan şey elbette yalnızca seyahat etmek değil, bir sürü farklı kültürden insanla bir arada olmak. Küçük ayrıntılar keşfediyor insan, bazen sakınmaya çalıştığımız önyargıları haklı çıkartır bazen ise hiç akla gelmeyen şeyleri düşündürür nitelikte. Mesela gerçekten Amerikalılar genelde daha mutlu, daha güleryüzlü, hatta bazen tabir-i caizse daha pervasızken yine gerçekten soğuk ülke insanları nezaketi elden bırakmamakla birlikte biraz daha mesafeli, öyle herkesle arkadaş olmayan, yaş ve görünüşlerinden mi ilham aldıklarını bilmediğim halde biraz daha olgun bir havaya sahip oluyorlar. Ama istisnalar yok değil. Farklı aksanlara alışıyor insan, hatta dil bazen komik şakalar yapabiliyor. Sözgelimi ilk haftalarda Facebook grubuna benim gönderdiğim bir “şuraya gidiyorum, kimler gelir?” postunun altına birçok Amerikalı “I am down.” yazmıştı da ben de “down” kelimesinin bende olumsuz bir çağrışım yapmasından mütevellit bu sözü direk, “ben çok sevmedim ya” gibi bir anlama yormuş ve “ne kadar kabalar, insan beğenmediyse susar, gelmez. Ne gerek var ayriyeten bunu belirtmeye” diye düşünmüştüm. Ertesi gün “I am down” yazanların hepsinin buluşma yerine çoktan vardığını görünce bunun aslında “ben varım” anlamına geldiğini öğrenmiş bulundum. İşte, öğrenmenin yaşı yok diyorlar ya, doğru.

hong kong exchange

Vakti zamanında her gün bir başka olay, her gün bir başka atraksiyon olurdu ya. Hey gidi günler…

Biraz da kendini keşfediyor insan. Bir kere tahmin ettiğimden daha esnek bir insan olduğumu gördüm, eskiden planlara sadık olmak ve sadık olmayanları uyarmak konusunda biraz takıntılıydım. Takıntılıymışım daha doğrusu, exchange’de genelde bir tür “sürü” sayılacak sayıda insanla hareket edince planları eğip bükmeyi; ama aslında bunun o kadar da kötü sonuçlar doğurmadığını gördüm.

lion rock

bu fotoğrafı daha önce kullanmıştım, ne kadar sportif olacağıma inandığım günler…açık havuza bile yalnızca BİR kez gittim. BİR

Ya da mesela gevşek ders programı sağ olsun kendime rahat rahat ayırabileceğim geniş zaman dilimlerim olsa dahi spora düzenli gitmeye üşendiğimi görerek aslında zamanı bahane etmekten vazgeçmem gerektiğini öğrendim. Bunların hepsi pozitif değil, eksik gedikleri de görüyorsunuz. Bazıları “olsa iyi olurdu” cinsinden; mesela motor kullanmayı bilsem seyahat ettiğim ülkede motor kiralayıp gezmek ne kadar da havalı olurdu gibi. Bazıları “aslında yapabilirdim gayet, hay ben aklıma...” cinsinden, mesela hep dans kursuna gideyim deyip deyip erteleyerek salsa gecelerinden birkaç figür kaptım Hong Kong’da. Ama günün sonunda yıllardır dans eden insanların şovunu izlemeyi tercih eder buldum kendimi. Piyanoya geç de olsa başlamaktan memnun olsam da böyle danslı-müzikli işlere biraz daha yönelseydim keşke dedim, salsa gecelerine sahneden hiç inmeyen elemanlardan biri olarak katılmak çok eğlenceli olabilirdi. Bir de “Allah kahretsin, bunu neden hiç yapmadım?” boyutunda olanlar var. Onlar en kötüsü. Mesela “ay seneye, ay bu sene kesin” diye diye sürekli ertelediğim ikinci yabancı dil. Evet, İngilizce bugün pek çok açıdan fazlasıyla yeterli, kaldı ki bizim anadilimiz Türkçe olduğu için iyi bir İngilizce bizden bekleneni karşılar düzeyde. Ama bir lisanın nasıl bir insan demek olduğunu esas o zaman fark ediyorsunuz işte. Özellikle anadili İngilizce olmayan insanların dilini kullanarak onlarla iletişime geçmeye çalıştığınızda, iyi konuşmuyor dahi olsanız ayrı bir bağ kuruluyor. Bunun bir örneği dünyanın dört bir tarafına giden Asyalı göçmenler. Belki “ bu geçerli bir örnek değil, zaten onları bağlayan şey ekstra yabancı dilleri değil anadilleri olarak sayılan dil, ait oldukları kültür” diyeceksiniz. Ama öyle değil, mesela aralarında Çinli olduğu halde Amerika’da doğup büyümüş, Çince çok çok az konuşanı da vardı; Çince bildiği halde Çin kültürüyle yaşam tarzı uzaktan yakından alakası olmayan da. Ama yine de basit bir şakayı bile kendi dillerinde söyleyip kendi kendilerine gülmeleri hiç anlamasanız bile tatlı, imrendiren bir bağ gibi geldi bana. Bu bağlar sizi dışlayan bir alt katman gibi değil de daha ziyade sizin de tatmak isteyeceğiniz farklı bir baharat gibi. Keza ben de Türkçe bilen bir yabancıyla karşılaşmasam dahi – şaşırmadık- daha önce Türkiye’yi gezip görmüş kişilerle muhabbetin ayrı bir tadı olduğunu, daha özgün bir şeyler paylaşmanın zevkini hemen fark ettim diyebilirim.

Hong Kong’a gittik, iyi mi ettik?

Ben az çok eşek kadar oldum olalı “yea interrail yapmam, ben zaten Erasmus’ta Avrupa’yı fetheder gelirim” kafasındaydım. Bir aydan kısa sürede pusulam alakasız bir şekilde Hong Kong’u gösterir oldu. Buraya kadarki süreci bir başka yazıda zaten anlatmıştım. Şimdi diyorum ki iyi ki Hong Kong olmuş. Bunu gittiğim her ülke için söylerdim şüphesiz. Ama objektif olarak söyleyebilirim ki Asya gençken, beklentilerden uzak, deneyime yüzde iki yüz açık reseptörlerle gidilmesi gereken yerlerden biri. Öyle ki, büyüklerimizi gücendirmek istemem ama kırkından ellisinden sonra bu diyarları gezmekten zevk alan sanmıyorum ki istisnaları geçecek sayıda olsun. Hong Kong, Asya’nın endüstri mühendisliği gibi, ne olduğu tam belli değil; aslında her şeyden biraz var ama günün sonunda ortada tek bir şey yok. Ne tamamen saf bir Çin deneyimi, ne de tamamen batılılaşmış bir yer. Ne gelişmemiş, kirli sokaklarla dolu ne de her yeri bal dök yala camdan şehir. Yemekleri ne katlanılmaz, ne de bir ömür unutulmaz.

hong kong culture

Hong Kong duvar boyamanın seyirlik bir sanat haline geldiği özel bölgelere de sahip pek çok yaşlı insanın geleneksel ejderha dansını izlemek için bir araya geldiği geleneksel bayramlara da. Öte yandan koca gökdelenleri ve tasarım binalarıyla dünyanın sayılı manzaralarından birini vaat ediyor.

Öte yandan özellikle genç neslin 2014 yılındaki Umbrella Movement’ta da dünyaya duyurduğu gibi Çin’in gittikçe arttırmak istediği kontrolüne karşı durduğu, Türkiye’dekinin eline su dökemese de minimal düzeyde bir politik gerilimin yaşandığı, bundan mütevellit anakara Çin ve Hong Konglular arasındaki soğuk rüzgarları yakından gözlemleyerek aslında çok da fikir sahibi olmadığım dünya meselelerine de beni dahil eden bir yer oldu Hong Kong. Zamanla, okulda misafir olarak katıldığım, Asya popüler kültürü üzerine derste Japon filmlerine, Çin şarkılarına, Kore dizilerine bakış atar oldum; izlediğim filmler tarihe götürdü beni, zamanla Hong Konglu olmak nasıl bir şeydir, beklediğimden çok daha zengin bir tatla hissetmeye başladım bunu. İşte en çok bu yüzden Hong Kong’a daha öğrenciyken, daha hayatta kapımı çalan her bir şeye güler yüzlü durabilecekken gitmiş olmaktan memnunum. Öyleki her seyahatten sonra havalimanında pasaport kontrolü sırasında “ziyaretçiler” yerine “Hong Kong sakinleri” sırasına girince daha kısa bir süre bekleyecek olmaktan ziyade açıklanamaz bir haz; adeta bir ayrıcalık ve teşekkür duygusu hissetmeye başladım. (evet, öğrenci vizesi sayesinde geçici bir süreliğine gittiğiniz ülkenin “vatandaşımsı”sı oluyorsunuz)

Backpacker kültürü uyuşturucu gibi.

Hong Kong’u seçmiş olmanın bir diğer harika yönü ise tam olarak Asya’nın yelpaze gibi saçılmış birbirinden farklı köşelerinin ortasına düşüyor olması. Bundan bir sene önce Tayland’a, Vietnam’a, Kamboçya’ya gitmek benim için bir biçim, bir renk katamadığım belirsiz hayallerdi. Zaten gitmeden de gerçeğine yakın bir imaj edinemezmişim. Bu ülkelerde yalnızca bambaşka bir kültür değil, bambaşka bir dünya tanıdım; tam olarak Türkçe karşılığı olduğuna inanmadığım için “backpacker kültürü” demeyi tercih edeceğim buna, kısacası tek bir sırt çantası ve düşük bir bütçeyle hostellerde kalarak, geceleri yolculuk edip araçlarda uyuyarak kimi zaman yalnız kimi zaman arkadaşlarla; çoğu zaman da gidişi dönüşü planlanmamış spontane gelişen seyahatlere çıkmak kültüründen söz ediyorum. Bu yöredeki ülkeler sıcak, topladığınızda bir kazak kadar ağırlık yapacak beş-on tane t-shirt’ünüz olsa yeter. Kaldı ki yanınızda taşımak zorunda da değilsiniz, buralarda bir akşam pazarına giderek çok komik fiyatlara ihtiyacınız olan kıyafetleri alıp sonra arkanızda bırakarak gidebilirsiniz. Bence çok daha ötesinde ise sizi eline geçirdiğini anlamadığınız minimal bir seyahat kültürü ediniyorsunuz bu ülkelerde. Planlar yapmanın ideal olmadığını görüyorsunuz her şeyden önce: trafik her zaman bir muamma, insanlar hiçbir şey için acele etmiyor, bir şeylere yetişme kaygıları yok…

ha long bay boat

Ha Long Bay tekne turunda tanıştığım bir grup harika insan. Aralarında 5 senedir birlikte olan 18 ve 19 yaşlarındaki İngiliz bir çift var, tek başına mezuniyet hediyesi olarak gezmeye çıkan Amerikan da. Uçakta tanışan Alman-Avusturya karışımı çiçeği burnunda bir arkadaş grubu da var, yıllardır her sene birlikte seyahate çıkan Slovak iki kafadar arkadaş da.

İster istemez seyahatin akışına bırakıyorsunuz kendinizi. Öyle olunca ne kadar az eşya, o kadar esnek hareket etme imkanı sağlıyor size. Sonra bir de sizin düşünseliniz var, böylesine eşsiz güzelliklere sahip ve böylesi büyük imkansızlıklar, kötü koşullar altında yaşayan insanlarla paylaştıkça sokakları beklentileriniz değişiyor, eşikleriniz ve yokuşlarınız yeniden şekilleniyor. Sık sık seyahat etme isteği zaten dövme gibi yapıştı kaldı bedenime. Daha da fazlası, yalnızca seyahat etmek değil “backpacker” olarak seyahat etme bağımlılığı da baş gösterdi. Exchange’deyken nereye ne zaman gideceğim, nereden ne zaman döneceğim belliydi; o yüzden kendimi yüzde yüz backpacker olarak görmem imkansız. Ama tanıştığım insanlar beni etkilemeye yetti: işinden istifa edip Asya turuna çıkan Polonyalı bir kadın, havalimanında tanışıp bir aydır birlikte Vietnam’ı gezen iki Norveçli ve bir Alman, ailesi Vietnamlı olup Amerika’da yaşayan ve ülke ülke Asya’yı gezip siyah-beyaz fotoğraf üzerine Instagram hesabı yürüten bir kadın… Bu insanlarla tanıştıkça durup durup “ben de kesin önümüzdeki tatilde şuraya gidiyorum” “kesin çalışmaya başlayıp üç sene para biriktirip sonra Avrupa turuna çıkacağım” gibi düşüncelere kapılmadım. Tam tersine bekleyip hayatın neler getireceğini görmeye dair bir merak başladı içimde. Öyle ya, yeter artık deyip işinizden istifa edeceğiniz günü planlayamazsınız, ya da uçakta yanınıza oturacak insanı, kameranızı dolduracak kareleri veya defterinizi dolduracak satırları… Belki bunlar size çok bir şey ifade etmez ama benim kadar her şeyi planlı, ayarlı, iki dirhem bir çekirdek yaşamaya ve yaşatmaya çalışan bir insan için Fransız İhtilali niteliğinde bir değişim bu dediklerim. Benim yine planlarım, yine hayallerim var elbette. Ama hayat kapıyı vurup al biraz da şu sostan kat planlarına dediğinde, hayallerimi oyun hamuru gibi yoğurmak istediğinde güleryüzlü bir ev sahibi olacağımı biliyorum. Çünkü klişe olsa da Dövüş Kulübü repliklerinden sevdiğim bir tanesinin dediği gibi : “Kendini çok zorlama, güzel şeyler onları hiç beklemediğin anlarda olur.”

chiang mai mural

Fırsat varken sevelim o zaman. Bu fotoğraf  sevimli Chiang Mai’den. Sevgiler 🙂

 Not: Enis Terzioğlu’na minik editi için teşekkürler 🙂

You Might Also Like

No Comments / Yorum Bulunmuyor

Leave a Reply / Yorum Yazın

Show Buttons
Hide Buttons